DEDUBLÜMAN
Bugün uyandığımda bir şeylerin eksik olduğunu hissettim. Uzunca zaman sonra, o pis hastalıktan bahsediyorum, yine bir şeyler eksik dedim kendi kendime. Tekrardan hasta olduğumu, tekrardan o pis illetin eline düştüğümü düşünmeye başladım. Bunun gibi süreçlere sıklıkla girerdim önceden. Bir sabah uyanır ve bir şeylerin eksik olduğunu hissederdim. Sonrasında ise bu eksiklikleri düşünürdüm. Onları bulmaya çalışırdım. Genellikle yatağımdan kalkmadan, bir şeyler yiyip içmeden, kimselerle konuşmadan bulmaya çalışırdım bu eksiklikleri. Bu çabalarımda bir sonuca ulaşıp ulaşamamakla ilgili miyim bilmiyorum. Çünkü herhangi bir sonuca ulaşamadım. Bir sonuca ulaştığımda bu sonucun içimde oluşturacağı gururun, muvaffak olmanın üstüme sağlayacağı güvenin nasıl bir his olduğunu gerçekten bilmiyorum. Keşke bilebilseydim de demiyorum inanın. Çünkü ben sıradan bir adamım. Rahmetli dedem de sıradan bir adammış. Çocukluğumda tanıdığım bir adam vardı. Babamın sıcağın gelmesiyle beraber bizi götürdüğü yaylada tanıştığım bir adamdı bu. Yaşları kaç olursa olsun etrafına insanları toplamaktan haz duyan bir adamdı. Hava kararır kararmaz çadırından çıkar ve bir ateş yakardı. Beklerdi, beklerdi. O orada oturup beklerdi ki insanlar toplansın. Sonra soyunurdu. Çünkü ateşe en yakın oturan oydu. Çırılçıplak kaldığında da anlatmaya başlardı. Ne anlattığı hatırımda kalmadı ama hatırlarım ki gün doğana kadar otururduk beraber. Ve gün doğduğunda kıyafetlerini ateşe atıp çadırına dönmeden evvel hep aynı cümleyi söylerdi. "Hepiniz sıradansınız." "Evet." derdi babam da ondan sonra bana dönüp. "Hepimiz sıradanız evlat. Hadi geç olmadan uyuyalım. Yapılacak çok işimiz var." Üstünden yıllar geçtikten sonra çocukken kaldığım o yaylayı, bize hikayeler anlatan o adamı ve babamı neden hatırladım bilmiyorum. Ama şu anda pörsümüş koyun tüyü ile doldurduğum yatağımda yarı uykulu halde uzanırken bir şeylerin eksik olduğunu biliyorum. Belki bir gözüm eksik. Gerçekten görebiliyor muyum acaba? Belki bir gözüm dışarılarda. Yataktan doğrulup boy aynasına doğru yürüyorum. Gözlerim yerinde. Kulaklarım, saçlarım, burnum. Ayaklarım bile olması gerektiği yerde. Şimdilik fiziksel bir eksikliğimi fark edebilmiş değilim. Ama kesinlikle bir eksiklik var. Çünkü uzunca zaman sonra, yaklaşık üç ay kadar bir zaman sonra, yine bir şeyler eksik dedim kendi kendime. Odamdan çıktıktan sonra mutfağa geçip musluktan bir bardak su doldurdum. Suyumu içtim. Tezgahta iki gün önceden kalan yarım bir ekmek vardı. Yanında aynı günden kalan biraz peynir. Peyniri kokladım. Peynir kokmuyordu. Acaba buldum mu dedim kendi kendime. Bütün bu eksikliğin nedeni burnumun tıkalı olması mı acaba dedim. Sonra kendimi kokladım. Ölmüşüm ama gömülmemişim gibi bir koku. Ter, pislik, eksiklik. Eksiklik feci kokar haberiniz olsun. Burnum koku alıyor o zaman. Peynir gerçekten de kokmuyormuş dedim kendi kendime. Sonra bir bıçak yardımı ile peyniri ikiye hatta üçe böldüm. Taşlaşmış yarım ekmeği biraz su ile nemlendirdim ve peyniri arasına sıkıştırıp afiyetle yedim. Aklımda bir şeylerin eksikliği vardı hâlâ ama karnım doymuştu. Evden çıkıp biraz yürümek istedim. Yapacak işlerim olduğunu hatırladım daha sonra. Benim her zaman için yapacak bir işim olmuştur. Küçüklüğümden beri hemen hemen her gün çalıştım. Çoğu zaman başkalarına anlatamadığım işler yaptım. Anlatsam da inandıramadım zaten onları. Kapım çalıyor. Şimdi yaptığım bütün işleri bırakıp kapıyı açmak zorundayım. Kapının dışında sabırsız bir insan olduğu belli. Tahta kapımın bu şiddete daha fazla dayanabileceğini zannetmiyorum. Ama açmak da istemiyorum kapıyı. Çünkü korkuyorum. Çünkü böyle zamanlar yani bir şeylerin eksik olduğunu düşündüğüm zamanlar yalnız kalmam gerekir. Kimse ile konuşmamalı. "İnsan yanıltır." derdi rahmetli dedem. Hemen evimin kapıya en uzak tarafına geçip yere çöküyorum. Kapım hâlâ vuruluyor. İsmimi duyuyorum. Yüksek sesle bağıran bir erkek sesi bu. Hayır hayır bir kadının sesi bu. Hem de narin, pürüzsüz bir kadın sesi bu. Oturduğum yerden kalkıp kapıya yöneliyorum. Kapıyı açmadan önce ani hareketlerle etrafı da topluyorum biraz. Bir beyefendi bir kadını dağınık bir evde misafir etmemeli. Kapıyı açtığımda karşımda kimseyi göremiyorum. Yetişemedim ah. Karşımda babamın ektiği ceviz ağaçları var. Sonra portakal ve limon ağaçları da orada duruyor. Uzaklara doğru baktığımda da kimse yok. Ama sesler var. Kuş sesleri, köpek sesleri bir de son zamanlarda duyduğum bir ses. Ne sesi olduğunu anlayamadığım, anlamlandıramadığım bir ses bu. Evin içindeyken de dışındayken de duyuyorum bu sesi. Abartıyor görünmek istemem ama uyurken de duyuyorum. Neyse sesler de yanıltabilir adamı. Kapımı açmışken, evimdeki karanlığı bertaraf etmişken yani, dışarı çıkıp ağaçları sulamalı. Elime hortumu alıp ağaçların dibine bıraka bıraka suluyorum onları. Ne kadar zamanın geçtiğini bilmiyorum ama çokça geçmiş olmalı. Çünkü yorulduğumu hissediyorum. Güneş varla yok arasında. Hava soğuk değil ancak sıcak da değil. Kendimi köy yolunda yürürken buluyorum daha sonra. Yanımdan birileri geçip gidiyor. Sessizler. Ben de onların yanından geçip gidiyorum sessizce. Aramaya devam ediyor muyum yoksa yavaş yavaş ona alışıyor muyum emin değilim ama sabah benimle uyanan bu eksiklik bir yerlerde dolaşmaya devam ediyor. Ona bir isim vermeye karar veriyorum daha sonra. Elif Zeyno geliyor aklıma. Vazgeçiyorum. Son zamanlarda duyduğum ses belirginleşiyor. Bir kadın sesi bu. Narin, pürüzsüz bir ses kulağıma fısıldıyor: Dedublüman.