29 Ekim 2018 Pazartesi




                          TANRI BENİ DOĞURURKEN ÖLDÜ




Dostoyevski “İnsana saygımı korumak için, insanlardan uzak duruyorum.” Demiş zamanında. Ben kendilerinin aksine insanlara olan saygımı yitirmek ve insanlardan nefret etmek için yakın duruyorum onlara. Onları izliyor ve yüzlerine gülümsüyorum. Onlardan bir farkım yokmuş gibi davranıyor, onların gittikleri yerlerde eğleniyor, onlarla aynı yemekleri yiyorum. Ancak bu sosyal çevreden uzaklaşıp evime, yani kendi benliğime döndüğüm andan itibaren bu çevrede gördüğüm tutarsızlığı, riyakarlığı, aşırılığı keskin bir dille eleştirirken buluyorum kendimi. Bugüne kadar sınır koyamadığım, engelleyemediğim bu nefret söylemleri, günden güne evde geçirdiğim zamanın, burada öz yalnızlıktan bahsediliyor, artmasına, taklit ettiğim ve çevreye ayak uydurmaya çalışan ikinci benliğimin yavaş yavaş yok olmasına sebebiyet veriyor. Bu yok olmanın başarılı bir biçimde sonuca ulaşması, telafi edilemeyecek bir ziyanın başlangıcı olacaktır. Bu sebeple ikinci, yani taklit benin kurtarılması, birinci yani asıl benin de kurtarılmasıdır. Yanlış hatırlamıyorsam Peyami Safa’nın "Yalnızız" adlı kitabından kalmıştı aklımda bu şahsiyet meselesi. “Her insanın iki beni vardır.” Diyordu kitapta. Birinci yani yaşayan, ikinci yani isteyen ben. İstekler yerlerini boşluklara bırakırsa, hayal etmekten kaçarsa insan, vazgeçerse umut etmekten; yaşamak tren raylarının üstünde bulur kendini, bir gökdelenin tepesinde bulur, bir denizin dibini görür o zaman yaşamak. Güzel konuşmuştum yine. Bir aynanın karşısında en ince ayrıntısına kadar yüzümü incelerken bulurdum bazen kendimi. Sonrasında konuşmaya başlardım aklıma ne gelirse. Anılar, gelecek hayalleri, pişmanlıklar ya da bugün olduğu gibi gerçekler.  Gerçekler önemlidir. Ciddiye alınmalı ve peşlerinden gidilmelidir. Anlatmak istediğim “doğru” kavramı değil. Anlatmak istediğim bu aynada gördüğüm yüzün bana ait olduğu, bu aynanın var olduğu ve benim karşısında durduğum gerçeği de değildir. Anlatmak istediğim hayatımın elimden kayıp gitmekte olduğu gerçeğidir. O an bu gerçekle savaşma isteğimi, gözlerimdeki bu kararlılığı yine aynı gözler sayesinde keşfedip dışarı çıkmaya karar verdim. Nereye gideceğim mühim değildi. Önemli olan kalabalığa karışmaktı. Çok zaman kaybetmek istemediğimden hızlıca giyindim. Ciddi görünmeliydim. Bu dünya ciddi görünen adamlar için yaratılmıştı. Kot pantolonumun üstüne, geçen hafta aldığım çizgili, deniz mavisi gömleğimi giydim. İstemeyerek te olsa gömleğimi pantolonumun içine sokup kemerimi taktım. Ceketimi alıp kendimi dışarı attım. Verdiğim karardan sonra hazırlanıp sokağa çıkmam sadece on dakikamı almıştı. Hızlıydım, ama bundan daha önemlisi ciddi ve kararlıydım. Birileriyle konuşacak, belki kadınlara gülecek ve eğlenecektim. İkinci ben, birinci benden kan alacaktı bugün. İkinci ben, birinci benden hesap soracaktı. Kurbağalı dere caddesine çıkıp, Boğa heykeline doğru yürümeye başladım. Biraz zamanlığına yürüdükten sonra kendimi önceleri sıklıkla geldiğim bir mekânın önünde buldum. Kapının önündeki korumalar beni tanıyordu. Tek başıma olmamı, daha doğrusu yanımda bir kadın bulunmamasını sorun etmeden beni içeri aldılar. Mekânın bulunduğu sokağın girişinden itibaren duymaya başladığım müzik artık kulaklarımın içinde çalıyordu. Kalabalığın içinde, vücudumu kimseden sakınmadan, onlara çarpmaktan, özür dilemekten hatta kavga etmekten korkmadan ilerleyip bar bölümüne oturdum. Artık dans eden insanlar yerine sadece barmenleri ve hemen barın arkasında bulunan bistro bölümünde masalarda içki içen, bu gürültünün içinde sohbet etmeye çalışan insanları görüyordum. Sıklıkla etrafta dolanan, uzun boylu, geniş omuzlu korumalar insan avlıyordu. Sen sarhoşsun, dışarı. Sen bir kadını taciz ettin, dışarı. Sen para harcamıyorsun, dışarı. Böyle yerlerde popülasyon kontrolü önemlidir. Gece kulüpleri, dünyanın küçültülmüş ölçekli sosyolojik haritalarıdır. Bistroda oturanlar bu coğrafyanın beyaz yakalılarıdır. Korumalar polisleri temsil eder. Sahnenin ortasında dans edenler kendi içlerinde ayrılırlar. Bu ayrılma dans etme sürelerine, danslarına, içtikleri içkiye ve neden orada olduklarına göre değişir.  Benim gibi barda oturanlar ise anarşistleri temsil eder. Dünyaya veya belirli sistemlere başkaldıranları.
            Barmene Cin tonik istediğimi söyleyerek, başımı arkaya çevirdim. Dans etmeliydim. Şu an değil ama gecenin ilerleyen saatlerinde olabilirdi. Şimdilik buradaydım. Zaten ben bu kalabalığın arasında bulunan herkesten daha kalabalıktım. Önüme döndüğümde, içki bardağımın yanında kırmızı bir anahtarlık vardı. Üç tane anahtarın, üstünkörü geçirildiği sade, ucuz bir anahtarlık. Alıp barmene vermeyi düşünürken sol omzuma bir elin değdiğini hissettim. Başımı çevirdiğimde geldiğimden beri solumda oturan, zayıf, kısa saçlı, yirmili yaşlarında olması muhtemel birini gördüm. Kahverengi gözlerini üstüme dikmiş, hala indirmediği eliyle sırtıma hafifçe vururken konuşmaya başlamıştı.
            “Beni her gece birileri eve bırakır. Bu gece beni eve sen götürürsün. Buraya çok yakın. Adres anahtarın üstünde yazıyor. Kaybetme sakın. Başka yok.”
Bir cevap vermemi beklemeden önüne dönmüştü. Ne gamsızlık ama. Şaşkınlığımı gizlemeye çalışıyor, yanımda duran adamı inceliyordum. İki eliyle tuttuğu viski bardağından gözlerini ayırmıyor. Ne benimle ne de başka bir şeyle ilgileniyordu. Dikkatle bakınca, sağ kolunda dirseklerine kadar çektiği siyah kazağının bitimiyle başlayan dövmeleri gözüküyordu. “Tanrı beni doğururken öldü.” “A rh+” Anahtarı önüne koyup ardından içkimi alıp gitmeyi düşündüm. Daha sonra vazgeçtim. O an karşımdaki insana karşı hissettiğim merak, tırsaklığımın ve utangaçlığımın önüne geçmişti. Beklemeye karar verdim. İnsanlar ilerleyen saate rağmen, yorulmadan eğlenmeye, dans etmeye ve içki içmeye devam ediyordu. Bu bekleyiş sırasında bara içki almaya ya da oturmaya gelen birkaç kadınla konuşmaya çalışmış, ancak onlara gösterdiğim kibarlıktan yahut tipimden dolayı pek hoş karşılanmamıştım. Şöyle bir şey okumuştum zamanında: “Bir erkeğe nazik davrandığınızda korkak, bir kadına nazik davrandığınızda âşık olduğunuzu düşünürler.” Gerçekten de böyleydi. Toplum Sartre’ın dediği gibi tedavisi olmayan bir hastalıktı. Aklımı hızlıca diğer düşüncelerden arındırıp, cebimde evinin anahtarı olan adama yoğunlaşmıştım tekrar. Belki de sıkılmıştım beklemekten. O sırada bitirdiği viski bardağından kafasını kaldırıp, barmene iki işaretini yaptığını gördüm. İşaret ve orta parmağında anlamını bilmediğim, Arapça yazılar vardı. Barmenin önüne koyduğu viski bardaklarından birini sağ eliyle kaldırıp benim önüme koymuştu. Hâlâ yüzüme bakmıyordu. Yarım saat önce olduğu gibi iki eliyle viski bardağına kapanmış, gözlerini de bardağına dikmişti. Daha fazla beklemenin anlamı olmadığını düşünüp konuşmaya başladım. Sesimi duyabilmesi için biraz daha yaklaşmış ve neredeyse bağırmaya başlamıştım.
“İçki için teşekkür ederim.” Diyerek cebimden çıkardığım anahtarı bardağının yanına bıraktım. Anahtarı fark edince  kafasını çevirdi. “Sizden rica ediyorum. Anahtarı alın.” Cebinden telefonunu çıkarıp saate baktı ve yine sağ elini omzuma atarak bu sefer kulağıma doğru eğildi ve konuşmaya başladı.
“Bir saat sonra vücudumda hiçbir şeyi hatırlayamayacağım kadar alkol birikmiş olacak. Evimin yolunu bulamayacağım. Bana yardım et.”

“İsterseniz şu anda bir taksiye binmenize yardımcı olabilirim.” Diye cevapladım. “Bu arada benim adım Metin.”
“İsimler önemli değildir Metin. Barlarda, ne kadar kalabalık olduğun önemlidir. Şu an eve gidemem. Sana bir şeyler anlatmak isteseydim bunu çok önceden yapardım zaten. Beni bir saat sonra evime götür lütfen.”
Boynunun sağ tarafında bulunan dövmeyi de ışıkların tam o konuştuğu sırada üstüne vurması nedeniyle görmüştüm. Burnunda halkalar olan, kızgın bir boğa silüetiydi bu. Ona oynadığı gamsız rolüyle karşılık verecektim. “Peki.” Diyerek daha fazla üstelemedim. Önüme dönüp içkimi içmeye ve ara sıra çevreme bakınmaya devam ettim. Saat ilerliyor, kulüpteki kalabalık yavaş yavaş azalıyordu. Bense yanımdaki yabancının eve güvenli bir şekilde ulaşmasını sağlamak için bekliyordum. İçiyordum. Bekliyordum. Çevreme bakınıyor, dans etmekten yorulmuş vücutların buldukları duvarlara yaslanıp karşılarındaki insanlara gülümsemelerini, dudaklarının birbirlerine değmesini, bağırışlarını seyrediyordum. Bu sırada yine hissetmiştim o eli. “Benim adım Mert, memnun oldum Metin.” Uzattığı eli sıkıp “Ben de memnun oldum.” Diye karşılık verdim. İletişim kurmak için dışarıdaydım, kalabalığa karışmak için çıkmıştım sokaklara. Bunda başarılı olduğum da söylenebilirdi. Yeni bir insan tanımıştım. Bir kadınla tanışmak beni daha çok mutlu edebilirdi ancak bu ihtimalin pek gerçekçi olmadığı da aşikardı. Sürekli aynı şekilde davranmasına alışmaya başlamıştım. Barmene yine iki işaretini yapıp, viski bardağını önüme koydu. Bu sırada dj performansına ara verilmiş, sahneye bir grup çıkmıştı. Cem Karaca çalıyorlardı. Feleğin çarkına çomak sokuyorlardı hep beraber. “Garip birisin dostum.” Diye başladım bu sefer. Artık bir samimiyetimiz vardı. Ona sen diye hitap edebilirdim. Artık kendini sakınmıyor tamamıyla yüzüme bakarak konuşuyordu.
“Ben garip değilim. Garip olan arkada dans eden orospu çocukları. Garip olan yaşamaya mecbur bırakıldığımız bu hayat. Garip olan benim kafamın şu an dönüyor olması. Ama en garibi ne biliyor musun dostum? Yarın ne seni ne de bugünü hatırlamayacak olmam.”
Haklıydı. Yüksek ihtimalle ben de onu hatırlamayacaktım. Geldiğimden beri dört cin tonik, iki duble viski içmiştim. Vücudum bu kadar alkole alışık değildi ve midem bulanmaya başlamıştı.
“Kalksak iyi olacak galiba.” Diyip ekledim. “Yoksa sen beni evime götürmek zorunda kalacaksın.”





küçük adam

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder