TANRI BENİ DOĞURURKEN ÖLDÜ
Dostoyevski “İnsana saygımı korumak için, insanlardan uzak duruyorum.” Demiş
zamanında. Ben kendilerinin aksine insanlara olan saygımı yitirmek ve
insanlardan nefret etmek için yakın duruyorum onlara. Onları izliyor ve
yüzlerine gülümsüyorum. Onlardan bir farkım yokmuş gibi davranıyor, onların
gittikleri yerlerde eğleniyor, onlarla aynı yemekleri yiyorum. Ancak bu sosyal
çevreden uzaklaşıp evime, yani kendi benliğime döndüğüm andan itibaren bu
çevrede gördüğüm tutarsızlığı, riyakarlığı, aşırılığı keskin bir dille eleştirirken
buluyorum kendimi. Bugüne kadar sınır koyamadığım, engelleyemediğim bu nefret
söylemleri, günden güne evde geçirdiğim zamanın, burada öz yalnızlıktan
bahsediliyor, artmasına, taklit ettiğim ve çevreye ayak uydurmaya çalışan
ikinci benliğimin yavaş yavaş yok olmasına sebebiyet veriyor. Bu yok olmanın başarılı
bir biçimde sonuca ulaşması, telafi edilemeyecek bir ziyanın başlangıcı
olacaktır. Bu sebeple ikinci,
yani taklit benin kurtarılması, birinci yani asıl benin de kurtarılmasıdır.
Yanlış hatırlamıyorsam Peyami Safa’nın "Yalnızız" adlı kitabından kalmıştı
aklımda bu şahsiyet meselesi. “Her insanın iki beni vardır.” Diyordu kitapta.
Birinci yani yaşayan, ikinci yani isteyen ben. İstekler yerlerini boşluklara
bırakırsa, hayal etmekten kaçarsa insan, vazgeçerse umut etmekten; yaşamak tren
raylarının üstünde bulur kendini, bir gökdelenin tepesinde bulur, bir denizin
dibini görür o zaman yaşamak. Güzel konuşmuştum yine. Bir aynanın karşısında en
ince ayrıntısına kadar yüzümü incelerken bulurdum bazen kendimi. Sonrasında
konuşmaya başlardım aklıma ne gelirse. Anılar, gelecek hayalleri, pişmanlıklar
ya da bugün olduğu gibi gerçekler.
Gerçekler önemlidir. Ciddiye alınmalı ve peşlerinden gidilmelidir. Anlatmak
istediğim “doğru” kavramı değil. Anlatmak istediğim bu aynada gördüğüm yüzün
bana ait olduğu, bu aynanın var olduğu ve benim karşısında durduğum gerçeği de değildir.
Anlatmak istediğim hayatımın elimden kayıp gitmekte olduğu gerçeğidir. O an bu
gerçekle savaşma isteğimi, gözlerimdeki bu kararlılığı yine aynı gözler
sayesinde keşfedip dışarı çıkmaya karar verdim. Nereye gideceğim mühim değildi.
Önemli olan kalabalığa karışmaktı. Çok zaman kaybetmek istemediğimden hızlıca
giyindim. Ciddi görünmeliydim. Bu dünya ciddi görünen adamlar için yaratılmıştı.
Kot pantolonumun üstüne, geçen hafta aldığım çizgili, deniz mavisi gömleğimi
giydim. İstemeyerek te olsa gömleğimi pantolonumun içine sokup kemerimi taktım.
Ceketimi alıp kendimi dışarı attım. Verdiğim karardan sonra hazırlanıp sokağa
çıkmam sadece on dakikamı almıştı. Hızlıydım, ama bundan daha önemlisi ciddi ve
kararlıydım. Birileriyle konuşacak, belki kadınlara gülecek ve eğlenecektim.
İkinci ben, birinci benden kan alacaktı bugün. İkinci ben, birinci benden hesap
soracaktı. Kurbağalı dere caddesine çıkıp, Boğa heykeline doğru yürümeye
başladım. Biraz zamanlığına yürüdükten sonra kendimi önceleri sıklıkla geldiğim
bir mekânın önünde buldum. Kapının önündeki korumalar beni tanıyordu. Tek
başıma olmamı, daha doğrusu yanımda bir kadın bulunmamasını sorun etmeden beni
içeri aldılar. Mekânın bulunduğu sokağın girişinden itibaren duymaya başladığım
müzik artık kulaklarımın içinde çalıyordu. Kalabalığın içinde, vücudumu
kimseden sakınmadan, onlara çarpmaktan, özür dilemekten hatta kavga etmekten
korkmadan ilerleyip bar bölümüne oturdum. Artık dans eden insanlar yerine
sadece barmenleri ve hemen barın arkasında bulunan bistro bölümünde masalarda
içki içen, bu gürültünün içinde sohbet etmeye çalışan insanları görüyordum.
Sıklıkla etrafta dolanan, uzun boylu, geniş omuzlu korumalar insan avlıyordu.
Sen sarhoşsun, dışarı. Sen bir kadını taciz ettin, dışarı. Sen para
harcamıyorsun, dışarı. Böyle yerlerde popülasyon kontrolü önemlidir. Gece
kulüpleri, dünyanın küçültülmüş ölçekli sosyolojik haritalarıdır. Bistroda
oturanlar bu coğrafyanın beyaz yakalılarıdır. Korumalar polisleri temsil eder.
Sahnenin ortasında dans edenler kendi içlerinde ayrılırlar. Bu ayrılma dans etme
sürelerine, danslarına, içtikleri içkiye ve neden orada olduklarına göre
değişir. Benim gibi barda oturanlar ise
anarşistleri temsil eder. Dünyaya veya belirli sistemlere başkaldıranları.
Barmene Cin tonik istediğimi
söyleyerek, başımı arkaya çevirdim. Dans etmeliydim. Şu an değil ama gecenin
ilerleyen saatlerinde olabilirdi. Şimdilik buradaydım. Zaten ben bu kalabalığın
arasında bulunan herkesten daha kalabalıktım. Önüme döndüğümde, içki bardağımın
yanında kırmızı bir anahtarlık vardı. Üç tane anahtarın, üstünkörü geçirildiği
sade, ucuz bir anahtarlık. Alıp barmene vermeyi düşünürken sol omzuma bir elin
değdiğini hissettim. Başımı çevirdiğimde geldiğimden beri solumda oturan,
zayıf, kısa saçlı, yirmili yaşlarında olması muhtemel birini gördüm. Kahverengi
gözlerini üstüme dikmiş, hala indirmediği eliyle sırtıma hafifçe vururken
konuşmaya başlamıştı.
“Beni
her gece birileri eve bırakır. Bu gece beni eve sen götürürsün. Buraya çok
yakın. Adres anahtarın üstünde yazıyor. Kaybetme sakın. Başka yok.”
Bir cevap vermemi beklemeden önüne dönmüştü. Ne gamsızlık ama. Şaşkınlığımı
gizlemeye çalışıyor, yanımda duran adamı inceliyordum. İki eliyle tuttuğu viski
bardağından gözlerini ayırmıyor. Ne benimle ne de başka bir şeyle
ilgileniyordu. Dikkatle bakınca, sağ kolunda dirseklerine kadar çektiği siyah
kazağının bitimiyle başlayan dövmeleri gözüküyordu. “Tanrı beni doğururken
öldü.” “A rh+” Anahtarı önüne koyup ardından içkimi alıp gitmeyi düşündüm. Daha
sonra vazgeçtim. O an karşımdaki insana karşı hissettiğim merak, tırsaklığımın
ve utangaçlığımın önüne geçmişti. Beklemeye karar verdim. İnsanlar ilerleyen
saate rağmen, yorulmadan eğlenmeye, dans etmeye ve içki içmeye devam ediyordu.
Bu bekleyiş sırasında bara içki almaya ya da oturmaya gelen birkaç kadınla
konuşmaya çalışmış, ancak onlara gösterdiğim kibarlıktan yahut tipimden dolayı
pek hoş karşılanmamıştım. Şöyle bir şey okumuştum zamanında: “Bir erkeğe nazik
davrandığınızda korkak, bir kadına nazik davrandığınızda âşık olduğunuzu
düşünürler.” Gerçekten de böyleydi. Toplum Sartre’ın dediği gibi tedavisi
olmayan bir hastalıktı. Aklımı hızlıca diğer düşüncelerden arındırıp, cebimde
evinin anahtarı olan adama yoğunlaşmıştım tekrar. Belki de sıkılmıştım
beklemekten. O sırada bitirdiği viski bardağından kafasını kaldırıp, barmene
iki işaretini yaptığını gördüm. İşaret ve orta parmağında anlamını bilmediğim, Arapça
yazılar vardı. Barmenin önüne koyduğu viski bardaklarından birini sağ eliyle
kaldırıp benim önüme koymuştu. Hâlâ yüzüme bakmıyordu. Yarım saat önce olduğu
gibi iki eliyle viski bardağına kapanmış, gözlerini de bardağına dikmişti. Daha
fazla beklemenin anlamı olmadığını düşünüp konuşmaya başladım. Sesimi
duyabilmesi için biraz daha yaklaşmış ve neredeyse bağırmaya başlamıştım.
“İçki için teşekkür ederim.” Diyerek cebimden çıkardığım anahtarı bardağının
yanına bıraktım. Anahtarı fark edince kafasını çevirdi. “Sizden rica ediyorum.
Anahtarı alın.” Cebinden telefonunu çıkarıp saate baktı ve yine sağ elini
omzuma atarak bu sefer kulağıma doğru eğildi ve konuşmaya başladı.
“Bir saat sonra vücudumda hiçbir şeyi hatırlayamayacağım kadar alkol
birikmiş olacak. Evimin yolunu bulamayacağım. Bana yardım et.”
“İsterseniz şu anda bir taksiye binmenize yardımcı olabilirim.” Diye
cevapladım. “Bu arada benim adım Metin.”
“İsimler önemli değildir Metin. Barlarda, ne kadar kalabalık olduğun
önemlidir. Şu an eve gidemem. Sana bir şeyler anlatmak isteseydim bunu çok
önceden yapardım zaten. Beni bir saat sonra evime götür lütfen.”
Boynunun sağ tarafında bulunan dövmeyi de ışıkların tam o konuştuğu sırada
üstüne vurması nedeniyle görmüştüm. Burnunda halkalar olan, kızgın bir boğa silüetiydi
bu. Ona oynadığı gamsız rolüyle karşılık verecektim. “Peki.” Diyerek daha fazla
üstelemedim. Önüme dönüp içkimi içmeye ve ara sıra çevreme bakınmaya devam
ettim. Saat ilerliyor, kulüpteki kalabalık yavaş yavaş azalıyordu. Bense
yanımdaki yabancının eve güvenli bir şekilde ulaşmasını sağlamak için
bekliyordum. İçiyordum. Bekliyordum. Çevreme bakınıyor, dans etmekten yorulmuş
vücutların buldukları duvarlara yaslanıp karşılarındaki insanlara
gülümsemelerini, dudaklarının birbirlerine değmesini, bağırışlarını
seyrediyordum. Bu sırada yine hissetmiştim o eli. “Benim adım Mert, memnun oldum Metin.” Uzattığı eli sıkıp “Ben de memnun oldum.” Diye karşılık verdim.
İletişim kurmak için dışarıdaydım, kalabalığa karışmak için çıkmıştım
sokaklara. Bunda başarılı olduğum da söylenebilirdi. Yeni bir insan tanımıştım.
Bir kadınla tanışmak beni daha çok mutlu edebilirdi ancak bu ihtimalin pek
gerçekçi olmadığı da aşikardı. Sürekli aynı şekilde davranmasına alışmaya
başlamıştım. Barmene yine iki işaretini yapıp, viski bardağını önüme koydu. Bu
sırada dj performansına ara verilmiş, sahneye bir grup çıkmıştı. Cem Karaca
çalıyorlardı. Feleğin çarkına çomak sokuyorlardı hep beraber. “Garip birisin
dostum.” Diye başladım bu sefer. Artık bir samimiyetimiz vardı. Ona sen diye
hitap edebilirdim. Artık kendini sakınmıyor tamamıyla yüzüme bakarak konuşuyordu.
“Ben garip değilim. Garip olan arkada dans eden orospu çocukları. Garip
olan yaşamaya mecbur bırakıldığımız bu hayat. Garip olan benim kafamın şu an dönüyor olması. Ama en garibi ne biliyor musun dostum? Yarın ne seni ne de
bugünü hatırlamayacak olmam.”
Haklıydı. Yüksek ihtimalle ben de onu hatırlamayacaktım. Geldiğimden beri
dört cin tonik, iki duble viski içmiştim. Vücudum bu kadar alkole alışık
değildi ve midem bulanmaya başlamıştı.
“Kalksak iyi olacak galiba.” Diyip ekledim. “Yoksa sen beni evime götürmek zorunda kalacaksın.”
“Kalksak iyi olacak galiba.” Diyip ekledim. “Yoksa sen beni evime götürmek zorunda kalacaksın.”
küçük adam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder