ENE ENE, ENTE ENTE
Bembeyaz bir
masanın üstünde çeşit çeşit mezeler: Humus, muhammara, babagannuş, süzme
yoğurt… Ortada, salatanın hemen yanında duran, karides ve kalamar tabakları...
En sevdiklerim. Karidese ve kalamara zaafım olduğunu söylesem yanlış olmaz. Masada ben, annem ve babam. Aylardan
Eylül. Onlar sahil tarafındaki sandalyelerde oturuyorlar. Ben annemin hemen
yanında, çocuk parkına yakın olan taraftayım. Hepimizin yüzünde bir tebessüm. O
zamanlar gülebiliyordum. Babamın tabağının önünde rakı bardağı göze çarpıyor
hemen. Sek ve tek buzlu. “Rakıya su katılmaz oğlum.” Der hep babam. Annem de
babama eşlik ediyor. Bardağın renginden anlaşılıyor. Hanımefendi dublesi bu.
Nerede görsem tanırım. Az içmedim bu hanımefendi dublesini lise yıllarımda.
Benim önümde bir Bomonti. O gün rakı istememişti canım. Hatırlıyorum. Zaten
alkolle çok içli dışlı olduğum söylenemezdi o zamanlar. Gerçi şimdi bile bizim
çocukları düşününce benim içtiğim devede kulak kalıyor ama olsun. Ne güzel
gündü ama. Gelecek hayallerimi sormuştu annem ve babam. Uzun uzun anlatmıştım
onlara. İstanbul öncesi son aile yemeğimiz. Babam hafiften çakırkeyif olunca,
“Sen kullan arabayı Selda.” Demişti anneme dönüşte. Şaşırmıştık annemle. Adeti
değildi babamın. Bu yemekten bir hafta sonra beraber gelmiştik İstanbula. Önce
babamın üniversiteden arkadaşı Hakkı Amcalarda kalmıştık birkaç günlüğüne. Sonra
bu evi bulmuştuk. Dört senedir içinde yavaş yavaş kafayı yediğim bu evi
bulmuştuk hep birlikte. Temizlik, alışveriş derken geçmişti zaman. Annem onlar
geri dönmeden önce vermişti bu fotoğrafı bana. Yemek yediğimiz akşam fotoğrafı
almak isteyip istemediğimizi soran fotoğrafçıya, “Yok ya çirkin çıkmışız. Öyle
değil mi Kemal?” Diyen annem, ertesi gün gidip almış fotoğrafı. Sürpriz olsun
istemiş bana, böyle söylemişti o gün. Birçok şey daha söylemişti ardından.
“Her
sabah uyandığında bu fotoğrafı göreceksin oğlum. Anneni, babanı, kendi
çocukluğunu, ilk gençliğini. Adına ne dersen de. Senden iki şey istiyorum
Cevdet. Birincisi, ne zaman yardıma ihtiyacın olursa yanında olduğumuzu bil.
İkincisiyse mutlu ol oğlum, zaman kaçırdıktan sonra geri gelmez. Pişman olma.
Dolu dolu yaşa.”
Annem haklıydı. Ama kendine göre. Her insan kendine göre
haklıdır zaten bana göre. Kendi hayatlarımızdan, yaralarımızdan,
mutluluklarımızdan çıkartıyoruz yaşamla, yaşayış tarzlarıyla ilgili
paradigmalarımızı ve önerilerimizi. Ben annemi dinlememiştim. Çok pişman
olmuştum. Ama mutsuzluğumu, hayattan zevk almayışımı, insanların içine karışıp
burada olduğumu belli edemeyişimi hiç onlara yansıtmadım. Şimdi gecenin bu
saatinde, kaçan uykumu sırtlayıp bu güzel aile fotoğrafımızın yanında ilk
sigaramı içiyorum. İlklerin ve sonların bir arada yaşanacak olması gelenektir
buralarda. İlk sigara, son uykudan önce. Evet yanlış bir anlatım yok
cümlelerimde. Yanlış olan zaten bu hayatın bugüne kadar süregelmesi gibi
geliyor bana. Kabul ediyorum bütün sorumluluğu. Eğer kabul olunacaksa bana
dayatılanlar. Sigara öksürtüyor. Küçük bir çocuğun ilk kez dondurmayla
tanışması gibi. Hoşuma gidiyor ama canımı da yakıyor. Duvarda, ‘muhteşem aile
saadeti’ fotoğrafımızın sağ üstünde bulunan saat Mayıs’ın yirmi üçünün geldiğini
hatırlatıyor bana. Beynim çatlayacak düşünmekten. Galiba korkuyorum. Ölmekten
değil. Ölememekten korkuyorum. Arkadaşlarımın yanında rezil olmaktan, bir
korkak olarak anılmaktan korkuyorum. Aylar öncesinde konuştuğumuz planı bozan adam
olmaktan korkuyorum. Beni anlarlar belki de. En küçükleriyim ben. En az
yaşamışları, en az sarhoş olmuşları, en az sevişmişleriyim ben. Ben hiç
sevişmedim daha. Kafamda bir sürü ses… Hepsinin içinde ayrı Cevdetler düşünüyor
benim yerime. Korku normal. Söylemişti Pavlov. O daha önce de denemişti intihar
etmeyi, başarısızlığının nedenini şöyle açıklamıştı bir gün bizlere:
“Bilmiyorum
arkadaşlar. Belki de yeteri kadar öldüremediğim için ölemiyordum. Bunun yaşama
isteğiyle herhangi bir ilgisi olmadığından eminim. Çünkü ölmekten vazgeçtiğim o
anlarda aklımda güneşli bir gün, bir kadın veya güzel bir yemek olmadı hiç. Ben
o anlarda hep bileklerden akan kanı, apartman çatılarından aşağıya doğru yol
alan vücutları, az önce aldığı ilacın etkisiyle kendinden geçen zihinleri
düşünüyordum. Galiba benim için öldürmek, ölmekten daha gerekli bir ihtiyaçtı.
Ancak korktum mu? Evet korktum. Bunu kabul ederim. Bu korku da demin bahsettiğim
gibi daha çok öldüremeyeceğim içindi büyük ihtimalle. Her iki seferde de
vazgeçişim bundan kaynaklı olmalıydı.”
Pavlov Rıza abinin barında bunları
anlatırken ben dehşete kapılmıştım. Mert’le Rıza abiyse ellerindeki votka
kadehlerini tokuşturup “İşte buna içilir.” Demişlerdi aynı ağızdan. Bu
umarsızlıktı beni onlara yaklaştıran. Ancak bundan daha önemlisi gerçek
olmalarıydı. Gerçek bir insan olmaları. Oldukları gibi görünüyorlar,
göründükleri gibi oluyorlardı. Pavlov, Rıza Abi, Mert, Sait Abi, Deniz… Benim
canım arkadaşlarım. Bütün bunları düşünürken elimdeki sigaranın can vermek
üzere olduğunu fark ettim. Sigaralar küllüklere söndürülür genellikle. Ancak her
zaman değil. Tuvalete gidip ilk sigaramın üzerine sifon çektim. Bir vasiyet
yazmıştım dün gece. Hiçbir dine inanmadığımı, cesedimin yakılmasını ve ardından
küllerimin bir tuvalete boşaltılıp, üstüne sifon çekilmesini istediğimi
yazmıştım aileme. Umumi bir tuvalet bulabilirlerse daha da mutlu olacağımı
belirtmiştim hatta. Tekrardan odama dönüp yatağıma uzandım. Karşımda hâlâ aynı
çerçeve, içinde hâlâ aynı fotoğraf. Kalktım. Çerçeveyi yerinden alıp balkona
çıktım. Saat çoktan on ikiyi geçtiği için sessizliğe bürünmüştü Feriköy. Evim
bir apartmanın dokuzuncu katındaydı. Yaklaşık otuz metre yükseklikteydi dairem.
Bu çerçevenin buradan aşağıya düşmesi, sürtünmeyi de hesaba katarsak üç buçuk
dört saniyeyi bulacaktı. Dört saniye yeterliydi teoride bir ailenin dağılması
için. İstanbul’un baharını bütünüyle içime çektim bir nefeste. Ne kaybederdim
ki? Çerçeveyi aşağıya doğru fırlattım. Saymaya başladım. Bir, iki, üç, dört,
beş… Demek ki bir ailenin dağılması için pratikte beş saniye gerekliydi. Yanlış
hesaplamıştım. Ama umrumda değildi. Ben doğru hesaplar yapma peşinde değildim.
Benim daha büyük hedeflerim vardı. Ben yarın Rıza Abi’nin evine gidecek ve
orada ölecektim. Geri odama döndüm. Bütün huzursuzluğum gitmişti. Şimdi
anlamıştım. Kalabalıktı canımı sıkan. Hep çok sevdiğim ailemdi içimdeki
huzursuzluğun kaynağı. İnsan birilerini severken öldüremezdi kendini. Bir çerçeve
miydi peki ailemde aramdaki bütün bağ? Bir fotoğraftan mı ibaretti onlara
duyduğum sevgi? Hayır değildi. Ancak az önce paramparça olan bir çerçeve, bir
fotoğraf değildi sadece. Annem de düşmüştü dokuzuncu kattan aşağıya. Babam da
paramparça olmuştu o fotoğrafla beraber. Artık sadece Cevdet vardı. Cevdet ve
bugün beraber öleceği arkadaşları. Onları düşünmeme, onlar için endişelenmeme
gerek yoktu. Yaşamışlardı yeterince, yeterince ölmek istiyordu hepsi. Ya da
yaşamak istemiyorlardı, emin değilim. Yatağıma uzandığımda son zamanlarda
olmadığı kadar düşüncelerden ırak kapadım gözlerimi. Emindim. Bu gece o
kabuslardan birini görmeyecektim. Yarın gece de görmeyecektim. Kabuslar
bitmişti. Kabusların yerini, umutlar alacaktı artık. Beyaz atların üstünde,
sonsuz umutlara koşacaktı altı adam, sonlu acıların arasından sıyrılıp.
Bastırdım kafamı iyice yastığa. İyi geceler dedim sonra kendime. Tatlı rüyalar
Cevdet.
Umut etmek bitirmişti zaten bütün insanlığı.
Beklentilerle yaşamak öldürüyordu genellikle. Gerçekleşmeyen beklentiler, üç
yaşından itibaren süre gelmeye başlayan hayaller, geride sadece pişmanlıklar
bırakıyordu. Bitmemişti işte kâbuslar. Düşündüğümün aksine daha da
şiddetlenmişti hatta dün gece. Biter sanıyordum. Son uykumda rahat bırakılırım sanıyordum.
Hak etmiştim bunu. Çok görmüşlerdi bana güzel bir uykuyu. Kimlerdi peki bu
kararın arkasındakiler? Tanrı mı, hayır sanmıyorum. Tanrıya, onun yarattığı
düşünülen dünyaya ve kulları olduğu varsayılan insanlara inanmıyorum. Başka kim
olabilirdi bu kararın arkasında? Kim zavallı bir insanın rüyalarını katledebilirdi? Çare belliydi. Bir daha uyumak zorunda kalmazsam,
kurtulabilirdim bu kâbusların gazabından. Yavaşça doğruldum. Yıllardır ilk defa böyle gördüğüm, çerçevesiz duvara baktım. Üzerinde sadece bir saatin olduğu
duvara. Zaman hâlâ önemliydi benim için. Yaşayan her insan için önemlidir
zaman. Ölümünüze bırakın saatleri, saniyeler bile kalsa; zaman sizin için
kaçırılmaması gereken bir trendir. Tuvalete gidip yüzümü yıkadım. Ardından
dişlerimi fırçaladım ve odama döndüm. Akşam için ne giymeliydim acaba? Bir
insan nasıl görünmelidir ölmüş haliyle? Bir kurşun varsa işin içinde, beyaz
giymek mantıklı değildir. Koyu renkler seçmeliydim. Aklım hâlâ
saatteydi. On iki saatim vardı çocuklarla buluşmak için. Zaman kavramını Mert’le
ve Deniz’le de tartışmıştık daha önce. Daha doğrusu geçmişin var olup
olmadığıyla ilgili bir tartışmaydı bu. Mert sadece yaşanılan anın var olduğunu
söylüyordu ısrarla. Geçmiş ve gelecek kavramlarının bir yalandan ibaret
olduklarını söylüyor ve düşüncesini savunmak için şu örnekleri veriyordu bize:
“Geçmiş, anılardan oluşur. Bir yerlerde, belirli zamanlarda yaşanmıştır ya da
yaşandığı sanılmıştır bu anıların. Ancak anıların açığa çıktığı zaman şimdiki
zamandır. Anılar his edildiklerinde var olurlar. Geçmiş, bugünde yaşar anlayacağınız. Bugün,
bu an, şimdi… Ötesi yoktur insan için.”
Haklı olabilirdi. Ben söz alıp konuşmak
için doğru kelimeleri bir araya getirmeye çalışırken, Deniz buna hiç ihtiyaç
duymadan konuşmaya başlamıştı. Onun düşünmeye hiçbir zaman ihtiyacı olmamıştı.
O bir romantikti ve bir romantik gibi yaşayıp konuşmayı çok öncelerde
öğrenmişti.
“Kesinlikle karşındayız Mert. Ben ve Kapıcı Hamdi sonuna kadar
direneceğiz düşüncelerinin karşısında. Geçmişi yok sayarak yaşayabileceğini
zannetmenin, geçmişten korkmaktan başka bir açıklaması yoktur gözümüzde. Biz
Mert, Leyla’yı sevdik geçmişte. Ben çok sevdim. Hamdi biraz sevdi sadece. Leyla
bugün yok. Leyla vardı geçmişte. Geçmiş zaman vardır ve geçmişte yaşanmıştır.
Anılar vardır ve geçmişte kalmışlardır.”
Bu konuşmaların geçtiği sırada söylemesem de
bu korkaklığımdan ya da utangaçlığımdan kaynaklı olmalıydı, ben onlara katılmıyordum.
Bana göre ikisi de yanlış düşünüyordu. Zaman yoktu. Ne bugün vardı ne de dün.
Yarınlar ölmeyi bekleyenler için dikkate alınmamalıydı zaten. Bir yanılsamaydı
zaman. İnsan özgür iradeden yoksundu. İnsan zaman kavramından yoksundu. Zaman
saatlere, dakikalara, saniyelere indirgenmiş bir oyundu. Yoktu ama
önemsenmeliydi. Yoktu ama o varmış gibi yaşamaya devam edenler hayatta
kalabilirdi. Onu yok sayanlar en baştan kaybederdi. Saat dokuza geliyordu
neredeyse. Dışarı çıkıp biraz yürüyebilirdim. Nereye gideceğimin bir önemi
yoktu. Sadece yürümek istiyordum. Belki bir yerlerde oturur ve çay içerdim.
Belki kahvaltı ederdim bir yerlerde. Hazırlandım. Ardından kendimi sokağa
attım. Her yere gidebilirdim. Gidecek belirli bir yeri olmayanlar, en şanslı
insanlardır. Çünkü bütün sokaklar onlarındır. Bütün kafeler, bütün restoranlar,
bütün sinemalar… Sinemaya gidebilirsin, dedim o anda kendi kendime. Vazgeçtim
daha sonra. Yürüdüm. Genellikle daha önceleri yürüdüğüm yolları tercih ettim.
Bankalar yokuşunu çıkıp, Süryani mezarlığını takip ederek metroya ulaştım. Köşe
başında bekleyen simitçiden simit alıp az ileride bulunan banka oturdum.
Çevremden geçip giden kalabalığı seyrettim öylece. Farklı farklıydı insanlar.
Farklı cinsiyetleri, farklı ten renkleri, farklı giyinişleri vardı. Kimileri
uzun, kimileri kısa… Kiloları, saçları, bakışları farklıydı insanların. Ancak
mühim değildi bu farklılıklar. Göze batmıyordu. Hissettirmiyordu kendini.
İnsanlar şu şekillerde batıyordu benim gözüme: Yalnız olanlar ve yalnız
olmayanlar. Bir bankta, tek başına oturup simit yiyenler ve kalabalığın içinde
yaşayanlar. Bu akşam ölecek olanlar ve yarın yeni bir güne uyanacaklar. Ben
yalnızdım. Ben bankta tek başına oturup simit yiyen adamdım. Ben bu akşam
ölmeyi planlamıştım.
küçük adam