16 Aralık 2018 Pazar


                     ENE ENE, ENTE ENTE




Bembeyaz bir masanın üstünde çeşit çeşit mezeler: Humus, muhammara, babagannuş, süzme yoğurt… Ortada, salatanın hemen yanında duran, karides ve kalamar tabakları... En sevdiklerim. Karidese ve kalamara zaafım olduğunu söylesem yanlış olmaz. Masada ben, annem ve babam. Aylardan Eylül. Onlar sahil tarafındaki sandalyelerde oturuyorlar. Ben annemin hemen yanında, çocuk parkına yakın olan taraftayım. Hepimizin yüzünde bir tebessüm. O zamanlar gülebiliyordum. Babamın tabağının önünde rakı bardağı göze çarpıyor hemen. Sek ve tek buzlu. “Rakıya su katılmaz oğlum.” Der hep babam. Annem de babama eşlik ediyor. Bardağın renginden anlaşılıyor. Hanımefendi dublesi bu. Nerede görsem tanırım. Az içmedim bu hanımefendi dublesini lise yıllarımda. Benim önümde bir Bomonti. O gün rakı istememişti canım. Hatırlıyorum. Zaten alkolle çok içli dışlı olduğum söylenemezdi o zamanlar. Gerçi şimdi bile bizim çocukları düşününce benim içtiğim devede kulak kalıyor ama olsun. Ne güzel gündü ama. Gelecek hayallerimi sormuştu annem ve babam. Uzun uzun anlatmıştım onlara. İstanbul öncesi son aile yemeğimiz. Babam hafiften çakırkeyif olunca, “Sen kullan arabayı Selda.” Demişti anneme dönüşte. Şaşırmıştık annemle. Adeti değildi babamın. Bu yemekten bir hafta sonra beraber gelmiştik İstanbula. Önce babamın üniversiteden arkadaşı Hakkı Amcalarda kalmıştık birkaç günlüğüne. Sonra bu evi bulmuştuk. Dört senedir içinde yavaş yavaş kafayı yediğim bu evi bulmuştuk hep birlikte. Temizlik, alışveriş derken geçmişti zaman. Annem onlar geri dönmeden önce vermişti bu fotoğrafı bana. Yemek yediğimiz akşam fotoğrafı almak isteyip istemediğimizi soran fotoğrafçıya, “Yok ya çirkin çıkmışız. Öyle değil mi Kemal?” Diyen annem, ertesi gün gidip almış fotoğrafı. Sürpriz olsun istemiş bana, böyle söylemişti o gün. Birçok şey daha söylemişti ardından. 

“Her sabah uyandığında bu fotoğrafı göreceksin oğlum. Anneni, babanı, kendi çocukluğunu, ilk gençliğini. Adına ne dersen de. Senden iki şey istiyorum Cevdet. Birincisi, ne zaman yardıma ihtiyacın olursa yanında olduğumuzu bil. İkincisiyse mutlu ol oğlum, zaman kaçırdıktan sonra geri gelmez. Pişman olma. Dolu dolu yaşa.” 

Annem haklıydı. Ama kendine göre. Her insan kendine göre haklıdır zaten bana göre. Kendi hayatlarımızdan, yaralarımızdan, mutluluklarımızdan çıkartıyoruz yaşamla, yaşayış tarzlarıyla ilgili paradigmalarımızı ve önerilerimizi. Ben annemi dinlememiştim. Çok pişman olmuştum. Ama mutsuzluğumu, hayattan zevk almayışımı, insanların içine karışıp burada olduğumu belli edemeyişimi hiç onlara yansıtmadım. Şimdi gecenin bu saatinde, kaçan uykumu sırtlayıp bu güzel aile fotoğrafımızın yanında ilk sigaramı içiyorum. İlklerin ve sonların bir arada yaşanacak olması gelenektir buralarda. İlk sigara, son uykudan önce. Evet yanlış bir anlatım yok cümlelerimde. Yanlış olan zaten bu hayatın bugüne kadar süregelmesi gibi geliyor bana. Kabul ediyorum bütün sorumluluğu. Eğer kabul olunacaksa bana dayatılanlar. Sigara öksürtüyor. Küçük bir çocuğun ilk kez dondurmayla tanışması gibi. Hoşuma gidiyor ama canımı da yakıyor. Duvarda, ‘muhteşem aile saadeti’ fotoğrafımızın sağ üstünde bulunan saat Mayıs’ın yirmi üçünün geldiğini hatırlatıyor bana. Beynim çatlayacak düşünmekten. Galiba korkuyorum. Ölmekten değil. Ölememekten korkuyorum. Arkadaşlarımın yanında rezil olmaktan, bir korkak olarak anılmaktan korkuyorum. Aylar öncesinde konuştuğumuz planı bozan adam olmaktan korkuyorum. Beni anlarlar belki de. En küçükleriyim ben. En az yaşamışları, en az sarhoş olmuşları, en az sevişmişleriyim ben. Ben hiç sevişmedim daha. Kafamda bir sürü ses… Hepsinin içinde ayrı Cevdetler düşünüyor benim yerime. Korku normal. Söylemişti Pavlov. O daha önce de denemişti intihar etmeyi, başarısızlığının nedenini şöyle açıklamıştı bir gün bizlere: 

“Bilmiyorum arkadaşlar. Belki de yeteri kadar öldüremediğim için ölemiyordum. Bunun yaşama isteğiyle herhangi bir ilgisi olmadığından eminim. Çünkü ölmekten vazgeçtiğim o anlarda aklımda güneşli bir gün, bir kadın veya güzel bir yemek olmadı hiç. Ben o anlarda hep bileklerden akan kanı, apartman çatılarından aşağıya doğru yol alan vücutları, az önce aldığı ilacın etkisiyle kendinden geçen zihinleri düşünüyordum. Galiba benim için öldürmek, ölmekten daha gerekli bir ihtiyaçtı. Ancak korktum mu? Evet korktum. Bunu kabul ederim. Bu korku da demin bahsettiğim gibi daha çok öldüremeyeceğim içindi büyük ihtimalle. Her iki seferde de vazgeçişim bundan kaynaklı olmalıydı.” 

Pavlov Rıza abinin barında bunları anlatırken ben dehşete kapılmıştım. Mert’le Rıza abiyse ellerindeki votka kadehlerini tokuşturup “İşte buna içilir.” Demişlerdi aynı ağızdan. Bu umarsızlıktı beni onlara yaklaştıran. Ancak bundan daha önemlisi gerçek olmalarıydı. Gerçek bir insan olmaları. Oldukları gibi görünüyorlar, göründükleri gibi oluyorlardı. Pavlov, Rıza Abi, Mert, Sait Abi, Deniz… Benim canım arkadaşlarım. Bütün bunları düşünürken elimdeki sigaranın can vermek üzere olduğunu fark ettim. Sigaralar küllüklere söndürülür genellikle. Ancak her zaman değil. Tuvalete gidip ilk sigaramın üzerine sifon çektim. Bir vasiyet yazmıştım dün gece. Hiçbir dine inanmadığımı, cesedimin yakılmasını ve ardından küllerimin bir tuvalete boşaltılıp, üstüne sifon çekilmesini istediğimi yazmıştım aileme. Umumi bir tuvalet bulabilirlerse daha da mutlu olacağımı belirtmiştim hatta. Tekrardan odama dönüp yatağıma uzandım. Karşımda hâlâ aynı çerçeve, içinde hâlâ aynı fotoğraf. Kalktım. Çerçeveyi yerinden alıp balkona çıktım. Saat çoktan on ikiyi geçtiği için sessizliğe bürünmüştü Feriköy. Evim bir apartmanın dokuzuncu katındaydı. Yaklaşık otuz metre yükseklikteydi dairem. Bu çerçevenin buradan aşağıya düşmesi, sürtünmeyi de hesaba katarsak üç buçuk dört saniyeyi bulacaktı. Dört saniye yeterliydi teoride bir ailenin dağılması için. İstanbul’un baharını bütünüyle içime çektim bir nefeste. Ne kaybederdim ki? Çerçeveyi aşağıya doğru fırlattım. Saymaya başladım. Bir, iki, üç, dört, beş… Demek ki bir ailenin dağılması için pratikte beş saniye gerekliydi. Yanlış hesaplamıştım. Ama umrumda değildi. Ben doğru hesaplar yapma peşinde değildim. Benim daha büyük hedeflerim vardı. Ben yarın Rıza Abi’nin evine gidecek ve orada ölecektim. Geri odama döndüm. Bütün huzursuzluğum gitmişti. Şimdi anlamıştım. Kalabalıktı canımı sıkan. Hep çok sevdiğim ailemdi içimdeki huzursuzluğun kaynağı. İnsan birilerini severken öldüremezdi kendini. Bir çerçeve miydi peki ailemde aramdaki bütün bağ? Bir fotoğraftan mı ibaretti onlara duyduğum sevgi? Hayır değildi. Ancak az önce paramparça olan bir çerçeve, bir fotoğraf değildi sadece. Annem de düşmüştü dokuzuncu kattan aşağıya. Babam da paramparça olmuştu o fotoğrafla beraber. Artık sadece Cevdet vardı. Cevdet ve bugün beraber öleceği arkadaşları. Onları düşünmeme, onlar için endişelenmeme gerek yoktu. Yaşamışlardı yeterince, yeterince ölmek istiyordu hepsi. Ya da yaşamak istemiyorlardı, emin değilim. Yatağıma uzandığımda son zamanlarda olmadığı kadar düşüncelerden ırak kapadım gözlerimi. Emindim. Bu gece o kabuslardan birini görmeyecektim. Yarın gece de görmeyecektim. Kabuslar bitmişti. Kabusların yerini, umutlar alacaktı artık. Beyaz atların üstünde, sonsuz umutlara koşacaktı altı adam, sonlu acıların arasından sıyrılıp. Bastırdım kafamı iyice yastığa. İyi geceler dedim sonra kendime. Tatlı rüyalar Cevdet.


            Umut etmek bitirmişti zaten bütün insanlığı. Beklentilerle yaşamak öldürüyordu genellikle. Gerçekleşmeyen beklentiler, üç yaşından itibaren süre gelmeye başlayan hayaller, geride sadece pişmanlıklar bırakıyordu. Bitmemişti işte kâbuslar. Düşündüğümün aksine daha da şiddetlenmişti hatta dün gece. Biter sanıyordum. Son uykumda rahat bırakılırım sanıyordum. Hak etmiştim bunu. Çok görmüşlerdi bana güzel bir uykuyu. Kimlerdi peki bu kararın arkasındakiler? Tanrı mı, hayır sanmıyorum. Tanrıya, onun yarattığı düşünülen dünyaya ve kulları olduğu varsayılan insanlara inanmıyorum. Başka kim olabilirdi bu kararın arkasında? Kim zavallı bir insanın rüyalarını katledebilirdi? Çare belliydi. Bir daha uyumak zorunda kalmazsam, kurtulabilirdim bu kâbusların gazabından. Yavaşça doğruldum. Yıllardır ilk defa böyle gördüğüm, çerçevesiz duvara baktım. Üzerinde sadece bir saatin olduğu duvara. Zaman hâlâ önemliydi benim için. Yaşayan her insan için önemlidir zaman. Ölümünüze bırakın saatleri, saniyeler bile kalsa; zaman sizin için kaçırılmaması gereken bir trendir. Tuvalete gidip yüzümü yıkadım. Ardından dişlerimi fırçaladım ve odama döndüm. Akşam için ne giymeliydim acaba? Bir insan nasıl görünmelidir ölmüş haliyle? Bir kurşun varsa işin içinde, beyaz giymek mantıklı değildir. Koyu renkler seçmeliydim. Aklım hâlâ saatteydi. On iki saatim vardı çocuklarla buluşmak için. Zaman kavramını Mert’le ve Deniz’le de tartışmıştık daha önce. Daha doğrusu geçmişin var olup olmadığıyla ilgili bir tartışmaydı bu. Mert sadece yaşanılan anın var olduğunu söylüyordu ısrarla. Geçmiş ve gelecek kavramlarının bir yalandan ibaret olduklarını söylüyor ve düşüncesini savunmak için şu örnekleri veriyordu bize: 
          
          “Geçmiş, anılardan oluşur. Bir yerlerde, belirli zamanlarda yaşanmıştır ya da yaşandığı sanılmıştır bu anıların. Ancak anıların açığa çıktığı zaman şimdiki zamandır. Anılar his edildiklerinde var olurlar.  Geçmiş, bugünde yaşar anlayacağınız. Bugün, bu an, şimdi… Ötesi yoktur insan için.” 

          Haklı olabilirdi. Ben söz alıp konuşmak için doğru kelimeleri bir araya getirmeye çalışırken, Deniz buna hiç ihtiyaç duymadan konuşmaya başlamıştı. Onun düşünmeye hiçbir zaman ihtiyacı olmamıştı. O bir romantikti ve bir romantik gibi yaşayıp konuşmayı çok öncelerde öğrenmişti. 

          “Kesinlikle karşındayız Mert. Ben ve Kapıcı Hamdi sonuna kadar direneceğiz düşüncelerinin karşısında. Geçmişi yok sayarak yaşayabileceğini zannetmenin, geçmişten korkmaktan başka bir açıklaması yoktur gözümüzde. Biz Mert, Leyla’yı sevdik geçmişte. Ben çok sevdim. Hamdi biraz sevdi sadece. Leyla bugün yok. Leyla vardı geçmişte. Geçmiş zaman vardır ve geçmişte yaşanmıştır. Anılar vardır ve geçmişte kalmışlardır.”  

          Bu konuşmaların geçtiği sırada söylemesem de bu korkaklığımdan ya da utangaçlığımdan kaynaklı olmalıydı, ben onlara katılmıyordum. Bana göre ikisi de yanlış düşünüyordu. Zaman yoktu. Ne bugün vardı ne de dün. Yarınlar ölmeyi bekleyenler için dikkate alınmamalıydı zaten. Bir yanılsamaydı zaman. İnsan özgür iradeden yoksundu. İnsan zaman kavramından yoksundu. Zaman saatlere, dakikalara, saniyelere indirgenmiş bir oyundu. Yoktu ama önemsenmeliydi. Yoktu ama o varmış gibi yaşamaya devam edenler hayatta kalabilirdi. Onu yok sayanlar en baştan kaybederdi. Saat dokuza geliyordu neredeyse. Dışarı çıkıp biraz yürüyebilirdim. Nereye gideceğimin bir önemi yoktu. Sadece yürümek istiyordum. Belki bir yerlerde oturur ve çay içerdim. Belki kahvaltı ederdim bir yerlerde. Hazırlandım. Ardından kendimi sokağa attım. Her yere gidebilirdim. Gidecek belirli bir yeri olmayanlar, en şanslı insanlardır. Çünkü bütün sokaklar onlarındır. Bütün kafeler, bütün restoranlar, bütün sinemalar… Sinemaya gidebilirsin, dedim o anda kendi kendime. Vazgeçtim daha sonra. Yürüdüm. Genellikle daha önceleri yürüdüğüm yolları tercih ettim. Bankalar yokuşunu çıkıp, Süryani mezarlığını takip ederek metroya ulaştım. Köşe başında bekleyen simitçiden simit alıp az ileride bulunan banka oturdum. Çevremden geçip giden kalabalığı seyrettim öylece. Farklı farklıydı insanlar. Farklı cinsiyetleri, farklı ten renkleri, farklı giyinişleri vardı. Kimileri uzun, kimileri kısa… Kiloları, saçları, bakışları farklıydı insanların. Ancak mühim değildi bu farklılıklar. Göze batmıyordu. Hissettirmiyordu kendini. İnsanlar şu şekillerde batıyordu benim gözüme: Yalnız olanlar ve yalnız olmayanlar. Bir bankta, tek başına oturup simit yiyenler ve kalabalığın içinde yaşayanlar. Bu akşam ölecek olanlar ve yarın yeni bir güne uyanacaklar. Ben yalnızdım. Ben bankta tek başına oturup simit yiyen adamdım. Ben bu akşam ölmeyi planlamıştım.



 küçük adam

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder