29 Ağustos 2020 Cumartesi





Hiç kimsenin doğru nedir bilmediği yerler tanıyorum
Üzerimde ağır aksak bir yorgunluğun titremeleri
Yanlışı hatırlar mıyım?
Hiç kimsenin olmadığı yerler gördüm
Küçüklüğümden beri musallat olmuş dengime şeytan, ritmim pert
Bazı zamanlar sol kaşıma ustura ile bir çizik atmak istiyorum neden?
Bu dünyanın sonunu duyurdu ip cambazları, haberi olmayanlara ölüm
Bisikletlerinin lastikleri patlamış yolda,
Hak mıdır bu çocuklara bu zulüm?




5 Ağustos 2020 Çarşamba





                                                    DEDUBLÜMAN

Bugün uyandığımda bir şeylerin eksik olduğunu hissettim. Uzunca zaman sonra, o pis hastalıktan bahsediyorum, yine bir şeyler eksik dedim kendi kendime. Tekrardan hasta olduğumu, tekrardan o pis illetin eline düştüğümü düşünmeye başladım. Bunun gibi süreçlere sıklıkla girerdim önceden. Bir sabah uyanır ve bir şeylerin eksik olduğunu hissederdim. Sonrasında ise bu eksiklikleri düşünürdüm. Onları bulmaya çalışırdım. Genellikle yatağımdan kalkmadan, bir şeyler yiyip içmeden, kimselerle konuşmadan bulmaya çalışırdım bu eksiklikleri. Bu çabalarımda bir sonuca ulaşıp ulaşamamakla ilgili miyim bilmiyorum. Çünkü herhangi bir sonuca ulaşamadım. Bir sonuca ulaştığımda bu sonucun içimde oluşturacağı gururun, muvaffak olmanın üstüme sağlayacağı güvenin nasıl bir his olduğunu gerçekten bilmiyorum. Keşke bilebilseydim de demiyorum inanın. Çünkü ben sıradan bir adamım. Rahmetli dedem de sıradan bir adammış. Çocukluğumda tanıdığım bir adam vardı. Babamın sıcağın gelmesiyle beraber bizi götürdüğü yaylada tanıştığım bir adamdı bu. Yaşları kaç olursa olsun etrafına insanları toplamaktan haz duyan bir adamdı. Hava kararır kararmaz çadırından çıkar ve bir ateş yakardı. Beklerdi, beklerdi. O orada oturup beklerdi ki insanlar toplansın. Sonra soyunurdu. Çünkü ateşe en yakın oturan oydu. Çırılçıplak kaldığında da anlatmaya başlardı. Ne anlattığı hatırımda kalmadı ama hatırlarım ki gün doğana kadar otururduk beraber. Ve gün doğduğunda kıyafetlerini ateşe atıp çadırına dönmeden evvel hep aynı cümleyi söylerdi. "Hepiniz sıradansınız." "Evet." derdi babam da ondan sonra bana dönüp. "Hepimiz sıradanız evlat. Hadi geç olmadan uyuyalım. Yapılacak çok işimiz var." Üstünden yıllar geçtikten sonra çocukken kaldığım o yaylayı, bize hikayeler anlatan o adamı ve babamı neden hatırladım bilmiyorum. Ama şu anda pörsümüş koyun tüyü ile doldurduğum yatağımda yarı uykulu halde uzanırken bir şeylerin eksik olduğunu biliyorum. Belki bir gözüm eksik. Gerçekten görebiliyor muyum acaba? Belki bir gözüm dışarılarda. Yataktan doğrulup boy aynasına doğru yürüyorum. Gözlerim yerinde. Kulaklarım, saçlarım, burnum. Ayaklarım bile olması gerektiği yerde. Şimdilik fiziksel bir eksikliğimi fark edebilmiş değilim. Ama kesinlikle bir eksiklik var. Çünkü uzunca zaman sonra, yaklaşık üç ay kadar bir zaman sonra, yine bir şeyler eksik dedim kendi kendime. Odamdan çıktıktan sonra mutfağa geçip musluktan bir bardak su doldurdum. Suyumu içtim. Tezgahta iki gün önceden kalan  yarım bir ekmek vardı. Yanında aynı günden kalan biraz peynir. Peyniri kokladım. Peynir kokmuyordu. Acaba buldum mu dedim kendi kendime. Bütün bu eksikliğin nedeni burnumun tıkalı olması mı acaba dedim. Sonra kendimi kokladım. Ölmüşüm ama gömülmemişim gibi bir koku. Ter, pislik, eksiklik. Eksiklik feci kokar haberiniz olsun. Burnum koku alıyor o zaman. Peynir gerçekten de kokmuyormuş dedim kendi kendime. Sonra bir bıçak yardımı ile peyniri ikiye hatta üçe böldüm. Taşlaşmış yarım ekmeği biraz su ile nemlendirdim ve peyniri arasına sıkıştırıp afiyetle yedim. Aklımda bir şeylerin eksikliği vardı hâlâ ama karnım doymuştu.  Evden çıkıp biraz yürümek istedim. Yapacak işlerim olduğunu hatırladım daha sonra.  Benim her zaman için yapacak bir işim olmuştur. Küçüklüğümden beri hemen hemen her gün çalıştım. Çoğu zaman başkalarına anlatamadığım işler yaptım. Anlatsam da inandıramadım zaten onları. Kapım çalıyor. Şimdi yaptığım bütün işleri bırakıp kapıyı açmak zorundayım. Kapının dışında sabırsız bir insan olduğu belli. Tahta kapımın bu şiddete daha fazla dayanabileceğini zannetmiyorum. Ama açmak da istemiyorum kapıyı. Çünkü korkuyorum. Çünkü böyle zamanlar yani bir şeylerin eksik olduğunu düşündüğüm zamanlar yalnız kalmam gerekir.  Kimse ile konuşmamalı. "İnsan yanıltır." derdi rahmetli dedem. Hemen evimin kapıya en uzak tarafına geçip yere çöküyorum. Kapım hâlâ vuruluyor. İsmimi duyuyorum. Yüksek sesle bağıran bir erkek sesi bu. Hayır hayır bir kadının sesi bu. Hem de narin, pürüzsüz bir kadın sesi bu. Oturduğum yerden kalkıp kapıya yöneliyorum. Kapıyı açmadan önce ani  hareketlerle etrafı da topluyorum biraz. Bir beyefendi bir kadını dağınık bir evde misafir etmemeli. Kapıyı açtığımda karşımda kimseyi göremiyorum. Yetişemedim ah. Karşımda babamın ektiği ceviz ağaçları var. Sonra portakal ve limon ağaçları da orada duruyor. Uzaklara doğru baktığımda da kimse yok. Ama sesler var. Kuş sesleri, köpek sesleri bir de son zamanlarda duyduğum bir ses. Ne sesi olduğunu anlayamadığım, anlamlandıramadığım bir ses bu. Evin içindeyken de dışındayken de duyuyorum bu sesi. Abartıyor görünmek istemem ama uyurken de duyuyorum. Neyse sesler de yanıltabilir adamı. Kapımı açmışken, evimdeki karanlığı bertaraf etmişken yani, dışarı çıkıp ağaçları sulamalı. Elime hortumu alıp ağaçların dibine bıraka bıraka suluyorum onları. Ne kadar zamanın geçtiğini bilmiyorum ama çokça geçmiş olmalı. Çünkü yorulduğumu hissediyorum. Güneş varla yok arasında. Hava soğuk değil ancak sıcak da değil. Kendimi köy yolunda yürürken buluyorum daha sonra. Yanımdan birileri geçip gidiyor. Sessizler. Ben de onların yanından geçip gidiyorum sessizce. Aramaya devam ediyor muyum yoksa yavaş yavaş ona alışıyor muyum emin değilim ama sabah benimle uyanan bu eksiklik bir yerlerde dolaşmaya devam ediyor. Ona bir isim vermeye karar veriyorum daha sonra. Elif Zeyno geliyor aklıma. Vazgeçiyorum. Son zamanlarda duyduğum ses belirginleşiyor. Bir kadın sesi bu. Narin, pürüzsüz bir ses kulağıma fısıldıyor: Dedublüman.

4 Ağustos 2020 Salı




kapımın önünde ters dönmüş hamam böceği ölüleri var
ama olsun
yaşamak devam ediyor halen
izlerime karışıyor yangınlarım
sonra yanlış anlaşılıyor anlaşılmaya çalıştıklarım
geçiyor
azca zaman sonra
çünkü tepeme nakşedilen aynalarım görmezlerimi yansılıyor enik havlamalarına
çünkü yağmur yağmıyor artık
karamsarlığım sadece sanrılarımda



15 Temmuz 2020 Çarşamba





  "Bazılarımızın hayatı diğerlerine göre daha kolaydı. Çünkü onlar ne zaman öleceklerini bilmiyorlardı."
                   John F. Kennedy

                       ÖLECEĞİNİ BİLDİĞİ HALDE YAŞAMAYA DEVAM EDEN ADAM                                                                                  YA DA PAMUK ŞEKER

     Bazıları şanslı doğardı. Bazıları da Deniz gibi. Bu bir günah mıydı yoksa önceki hayatlarımızdaki sevaplarımızın  karşılığı olarak sunulmuş bir ödül müydü bilmiyorduk. Bildiğimiz tek şey ise bazılarımızın ömrünün sınırlandırıldığı; bazılarımıza ise açık çek verildiği idi. Ortada tahmin edilebilir bir örüntü yoktu. Bir erkek ile bir kadın birbirini sever ve çocuk sahibi olurdu. Çocuk doğduğunda da o gergin bekleyiş başlardı. İlk yirmi dört saat çok önemliydi. Yapılan testler sonucu anlaşılırdı her şey. Deniz doğduğunda babası Kemal Bey'in yaşanılacak beş senesi ve on sekiz günü vardı. Kemal Bey Deniz gibiydi. Deniz de Kemal Bey gibi. Bu sebeple hayal meyal hatırlardı Deniz babasını. Ve yine bu sebepten Denizin bir çocuğu olmadı. Çünkü Deniz doğduktan sonra yapılan testler ona yirmi yedi yıllık bir ömür biçmişti. Deniz bu yirmi yedi yıla bir kadın sığdıramadı. Annesi Nilüfer Hanım şanslı doğanlardandı. Ona biçilen bir yaşam süresi yoktu. O başkalarına biçilen ölümlerin tanığı oldu. O şanslı doğanlardandı. Önce kocası Kemal Beyi ondan yirmi iki yıl sonra da oğlu Deniz'i toprağın içine koydu. Gün gün bekledi, planladı. Onlar için tadacakları son yemeği hazırladı. Ve her ikisini de son kez evden uğurladı. Nilüfer Hanım şanslı doğanlardandı.

    Deniz çalan alarmın sesiyle irkildiğinde gün daha yeni yeni ağarıyordu. Uyku sersemliğinden tam açamadığı gözleri ile yatağının yanı başında duran şifonyerin üstünde bulunan  telefonu eline aldı ve  alarmı bir süre erteledi. Ardından kafasını yastığına gömerek uyumaya devam eti. O sıralarda Denizin odasında, hemen yatağının karşısında duran dijital bir saat geri saymaya devam ediyordu. Ve son beş senedir aynı duvarda geriye saymakta olan o saatte, rakamlar ilk kez saat, dakika ve saniye bölümlerinde geriye dönüyordu sadece. Deniz bir daha uyuyamayacağının farkındaydı. Denizin bildiği başka bir şey daha vardı. Deniz bir daha uyanamayacağının da farkındaydı. Bu sebeple işi çok da yokuşa sürmedi. Alarm yarım saatlik bir aradan sonra ikinci kez çaldığında hızlı hareketlerle doğruldu. Gözlerini ovuşturdu ve karşısında bulunan saate baktı. Saatlerin geriye doğru sayması ileriye doğru akmasından daha korkutucuydu. Deniz korkmadı. Dolabına yürüdü. Havlularını alıp banyoya geçti ve arkasından kapıyı kapattı. Buzlu camdan Deniz'in çıplak vücudu seçilemiyordu. Ancak neşeyle şarkı söylediği duyulabiliyordu. O sırada Nilüfer Hanım mutfakta yaptığı işleri bırakıp Denizin odasına girdi. Oğlunun yatağına uzandı. Yastığını gönlüne bastırdı, kokladı. Ardından hüngür hüngür ağladı. Nilüfer Hanımın göz yaşları Denizin söylediği şarkıda boğuldu. Hem de defalarca. Bazılarını bir kez öldürmek yeterdi. Bazılarını tekrar tekrar doğurmak gerekirdi. Bazıları içinse yapılacak hiçbir şey yoktu. Onlar yaşamaya devam ederdi. Nilüfer Hanım şanslı doğanlardandı. Bu sebeple göz yaşlarını sildi. Deniz banyodan çıkmadan yatağını derleyip topladı ve mutfağa kahvaltıyı hazırlamaya geçti. Ekmekleri kesti, yumurtaları haşladı, domateslerin kabuğunu soydu. Ardından da sigarasını yaktı. Çünkü kahvaltı hazırlamak bazı zamanlarda çok yorucuydu. Ve bazı zamanlarda sigara içmek gerekirdi.

     Deniz işe gitmek için hazırlanıyordu. Aynanın önünde durmuş bütün ciddiyeti ile kravatını bağlamaya çalışıyor bir yandan da saçlarına krem sürüp sürmemek konusundaki kararsızlığını yenmeye çalışıyordu. Kravatını bağladı, parfümünü sıktı ve odadan çıkmak için hareketlendi. Kapının önüne geldiğinde karar değiştirip geri döndü. Saç kreminden bir parmak kadar alıp saçına sürdü ve her tarafına yedirdi. Deniz kahvaltı etmek için mutfağa yöneldiğinde Nilüfer Hanım sofrayı çoktan hazırlamıştı. Denizi gördüğünde duygulandı ama ona belli etmemek için güçlü durmaya çalıştı. Deniz annesini öptü ve sofraya oturdu. Ona işe gideceğini, yapılacak işler olduğunu anlattı. Nilüfer Hanım buna karşı çıksa da oğlunu ikna edemedi. Deniz arkasından kovalayan birileri varmış gibi kahvaltısını ederken Nilüfer Hanım da karşısında sigarasını içiyordu. Denizin kovalayanı vardı. Bu doğruydu. Nilüfer Hanımsa şanslı doğanlardandı. "İş çıkışı buraya mı geleceksin yoksa hastaneye mi geçeceksin Deniz?" diye sordu Nilüfer Hanım. "Hastaneye geçeceğim." diye cevapladı Deniz. "Öyle daha kolay olur anne." Nilüfer Hanım cevap vermedi. Sustu. Çünkü evrenin başladığı andan itibaren, susmak konuşmaktan daha akıllıca olmuştu. Deniz çayından son bir yudum aldı ve masadan kalktı. Giriş kapısının önünde bulunan tabureye oturup ayakkabısını giydi. Portmantonun dibinde duran evrak çantasını eline aldı ve annesine sarıldı. Bu zamana kadar yaptığının aksine annesine "görüşürüz" demeden evden çıktı. Nilüfer Hanım Denizin arkasından uzunca bir süre ağladı. O zamandan beri ne zaman ağlayan bir insan görsem ne kadar şanslı olduğunu düşünüp durmuşumdur.

     Kuyara şehrinde trafik ölümlerle ve ölülerle ilgilenmezdi. Ölümünüze kalan saatler, dakikalar bile engelleyemezdi trafiğe takılmanızı. Deniz daha önce trafikte ölüme yakalanan bir sürü insan görmüştü. Bu görüntüler onu korkutmuştu ama çok da endişelendirmemişti. Çünkü Deniz planlayarak yaşamıştı ve planlayarak ölecekti. Akmayan trafikte dur kalk yaparak ilerlerken telefonu çalmıştı Denizin. Arayan yakın arkadaşı Rızaydı.  Rıza da tıpkı Nilüfer Hanım gibi şaşırmıştı Denizin işe gitmesine. O da tıpkı Nilüfer Hanım gibi Deniz ile vakit geçirmek istiyordu. Rıza ve Deniz çocukluktan arkadaştı. Deniz ne kadar hazırladıysa kendini ölüme Rıza da  o kadar hazırlamıştı kendini en yakın arkadaşının ölümüne. Ancak aralarında bazı farklar vardı. Rıza şanslı bir insandı. Deniz ise Deniz gibi doğmuştu. Acaba hangisi daha kolaydı: Ölmek mi gömmek mi? Rıza Deniz ile beraber her zaman gittikleri restoranda buluşmak istiyordu. Şehrin biraz dışında, sahil kenarında sevimli bir restorandı burası. Deniz işleri olduğunu söyledi Rızaya. İşlerini bitirdikten sonra görüşebileceklerini söyledi daha sonra. Denizin dediği gibi de oldu. Deniz çalıştığı avukatlık bürosuna gitti. Dört-beş saat çalıştı. Ardından da Rıza ile buluşmak için restorana doğru yola çıktı. Denizin daha yaşanacak dört saati vardı.

    Deniz  Rızadan önce gelmişti restorana. Daha doğrusu Rıza geç kalmıştı.  Deniz Rızanın gelince trafiği bahane edeceğini biliyordu. Alışmıştı bu duruma. Canını sıkmıyordu. Bırakın saatleri dakikalar bile önemliyken onun için o masada bekletilmeyi sıkıntı yapmıyordu Deniz. Çünkü alışmak yeterliydi. Rıza belirli bir süre geçtikten sonra geldi. Denizin beklediği gibi trafikten dert yandı. Özür diledi. Ardından da mezeleri söylediler beraber. Daha sakalları terlememiş bir garson gelip rakılarını doldurdu. Ondan biraz daha büyük görünen bir başka garson gelip başka bir istekleri olup olmadığını sordu. "Ben çağırmadan gelmenize gerek yok." diye cevapladı Rıza. Gerçekten de çağırmadı daha sonra hesabı ödeyene kadar. Konuştular. Oradan buradan. Sanki ölüm yokmuş gibi. Bir süre sonra hatırladılar ölümü. Ölümün var olduğunu hatırladılar beraber. Gerçeğin gerçek olduğunu hatırladılar. Ben onlardan öğrendiğim bu cümleyi hiç unutmadım. "Gerçek, ölümdür." demişti o gün Deniz. Hatırlayınca sordu Rıza "Hastaneye mi geçeceksin buradan yoksa eve mi?" diye. "Hastaneye." diye cevapladı Deniz. Ardından Rızanın sigara paketinden bir sigara alıp yaktı. İlk kez sigara içti o gün Deniz. Ölmeden bir saat önce. Öksürdü. Tekrar tekrar öksürdü ve güldü. Rızadan arabasını daha sonra oradan alıp annesine bırakmasını rica etti. Alkollü araba kullanmak istemiyordu Deniz. Hastaneye taksi ile gidecekti. Bir taksi çağırmıştı bile. Rıza araba işinin kolay olduğunu söyledi Denize. "Taksi falan ne demek oğlum ben bırakacağım seni hastaneye sıçarım düşündüğün şeye." diye de ekledi sonra.

   Hesabı ödeyip dışarı çıktıklarında restoranın önünde bir taksi duruyordu. Deniz Rızaya uzun uzun sarıldı. "Annem sana emanet" diyerek taksiye bindi. Rıza Denizin arkasından el sallayabildi sadece. Her kalanın her giden için yaptığı gibi. Rıza da şanslı doğanlardandı. Hem elden başka bir şey gelir miydi? En fazla su dökebilirdi arkasından. Tez gidip tez gelmesi için. Deniz taksi şöförüne gideceği hastanenin adresini verdi. Şanslı doğanlardan biri değilseniz ölümü hastanede karşılamak en kolayıdır. Deniz de her şeyi ayarlamıştı. Doktoru hastanede onu bekliyordu. Saatine baktığında daha yarım saati olduğunu gördü. Deniz taksinin arka koltuğuna oturmuş dışarıyı izliyordu. Aniden camdan başını kaldırıp taksi şoförüne durması için seslenip bir yandan da omzundan sertçe sarstı. Taksi ani bir frenle durduğunda Deniz cebinden çıkardığı yüz lirayı taksi şoförüne uzattı. Paranın üstünü beklemeden aşağıya inip koşmaya başladı. Deniz Kuyara Lunaparkına girdiğinde yaşamak için yirmi sekiz dakikası vardı. Kuyara Lunaparkının bilet gişesinde sıra Denize geldiğinde Denizin ölmek için yirmi altı dakikası kalmıştı. Deniz cebinde ne kadar parası varsa gişede duran adama uzattı ve ekledi. " Bütün parayla bilet almak istiyorum. Bir de pamuk şeker lütfen."





   

4 Temmuz 2020 Cumartesi


    PİANO PİANO


Benim bu ellerim kör
Bu gözlerim sağır artık
Ne zaman terk edecek beni bu boğulmak
Toprağıma çapa etmiş şarjörlerin içleri dolu
Dolu
Bir şapkam olsaydı da sığınsaydım gölgesine
Kurşunumu saklar mı faizine şeytan
Benim bütün bildiklerim ah yalan
Çünkü piano piano deliriyor insan
Ve gönlüme takılı kalmış zincirleri kırmak için yetiştirdiğim yersiz yurtsuz aynalar
Aynalardır

24 Mayıs 2020 Pazar




ben bilmem
kimlerin gelip geçtiğini sokağımdan
hangi imamın hangi namazı kaç rekat kıldırdığını da bilmem mesela
çünkü alev almış kınıma bulaşan kan
ve nefes nefese koşturuyor oradan oraya ay
na
bu bir yağma
sokak çocuklarından, nohutlu pilav satıcılarından ve palyaçolardan  alınmış öcüme zindan
ah kıramadığım mahpus zincirlerim
ah bu hangi korkunun ayıbı söyle
yoksa oyuncak bebeklerinden mi utanır yarab
ben utanmam
ondan söylemişliğim var dile getiremediğiniz ayıplarınızı
ben ayıplarımdan hayıflanmam
çünkü  bir asker değilim ben elime silah alamam
ve müşriklerce mermi yağıyor gökyüzüne endişelerimden
ben bilirim
bunun bir kavga olduğunu






7 Mayıs 2020 Perşembe






Bana sus payı olarak para vereceklermiş yeni haberim oldu
Giderim o vakit çarşıya Elif Zeyno'ya çanta alırım hem de barbili
Arta kalan paramla da pretzel ve berliner ısmarlarım anneme
Ondörtbindokuzyüzseksenbeş tane berlineri olur ki bu annemin hoşuna gider
Şeker komasına giren tanrı geç kalır ve İbrahim İsmail'i  katleder
Karıncalar benden sıkıldığı için evi terk eder ki bu durum süpürgemi örseler
Bu başına buyruk didaktiklik beni üzer
Çünkü istemem şiirlerimde ayna












30 Mart 2020 Pazartesi






       "Her şeyden önce bir fotoğraf geliyor aklıma. Bütün bir öykünün başladığı bir fotoğraf, bir an. Donuk, hareketsiz bir fotoğrafla başlıyor her şey. Genellikle zamandan bağımsız, mekana çok bağlı kalmadan yazmaya başlıyorum o fotoğrafı. Kalabalıklara karışmamaya özen gösteriyorum. Çünkü biliyorum. Ne kadar az kişiyle anlatırsam anlatmak istediklerimi, yani ne kadar az kişiyi konuşursam o kadar net olacak aklımdakilerin kağıda dökülmesi. Derinine inilmesi gereken iki yada üç insan olmalı en fazla. Ben genelde üçü görmemeye çalışırım. Her zaman için  hayatı tek bir insanın anlayabileceğini düşünmüşümdür. Ancak konu hayatı anlatmaya gelince iki insana ihtiyacınız vardır. Belirli zıtlıkları, çelişkileri bu şekilde gösterebilirsiniz. Hatta benzerlikleri bile sadece bu yolla gösterebilirsiniz. Bir elmanın başka bir elmaya benzediğini iki elmayı yan yana koymadan söylemek ahmaklıktan öteye geçmeyecektir."

      Bunları söylerken bir yandan da fotoğrafları düşünüyordum. O anın fotoğraflarını, iki hafta önce ölen komşumun cenaze fotoğrafını, üç hafta önce sokak ortasında eski karısını öldüren delikanlının fotoğrafını, köyde tecavüze uğrayan çoban kızın fotoğrafını düşünüyordum. Aklımda sürekli dönüp dururdu fotoğraflar. Çocukluğumda başlamıştı her şey. Çok iyi hatırladığım bir kaç fotoğraf var çocukluğumdan. Anlatacağım sorulursa. Sorulmasa dahi anlatacağım. Çünkü verdiğim cevapların bana sorulanlardan ziyade anlatmak istediklerimle ilgili olduğunun farkındayım.

"Havanın genellikle sıcak olduğu bir kasabada büyüdüm. Evde olduğumuz zamanlar ailecek balkonda zaman geçirirdik. Annem fasulyelerini balkonda ayıklardı; babam radyodan müzik kanalını açar ve rakısını balkonda içerdi. Ben de yanlarında olurdum genellikle. Hayatı balkondan seyretmek, şu an bu salonda sizin sorularınızı yanıtlamamı sağladı desem mübalağa yapmış olmam herhalde. Evimizin tam karşısında bulunan cami çektiğim ilk fotoğraftı mesela. Gerçek anlamda bir fotoğraftan bahsetmediğimi anlamışsınızdır umarım. Bir camiye benzemeyen bir cami fotoğrafım vardı elimde. Küçüklüğümde allah sandığım bir minare, nereden çıktığı bilinmeyen bir minare. Çünkü hemen önünde bir apartman ve tekel büfe vardı o caminin. Ben evimin balkonundan o caminin döneme göre modern yorumlanmış minaresini görebiliyordum sadece. Belki bu sebepten sekiz yaşında yazdığım ilk öyküde babamı arkadaşlarıyla içki içmek için o camiye göndermiştim."

     Salondaki gülüşmelerden rahatsız olmuştum. Ancak bunu belli etmemek için gülümsedim. Onları taklit ediyordum. İnsanları taklit etmek çoğunlukla işe yarar. Üzgün insanların acısını paylaşmak için onlarla üzülmelisiniz mesela. Veya mutlu olan insanlarla beraber siz de sevinmelisiniz. Bu şekilde hayatınızı kolaylaştırabilirsiniz.  Anlatmaya devam ettim. Onları ağlatmak için elime fırsat geçtiğinin farkındaydım.

      "Üstünden uzunca bir süre geçmesine rağmen yazdığım en acıklı öykünün sizleri güldürmesi beni ziyadesiyle memnun etti arkadaşlar. Ben babamı allaha şikayet etmek hatta ondan kurtulmak için göndermiştim onu oraya. Sizin çocuk aklımla yaptığımı düşünüp güldüğünüz davranış, benim bütün bilincimle babamdan kurtulma arzumdu."








23 Şubat 2020 Pazar




rabbim ben isterdim sen var ol
gölgene sığınırdım ki korurdun beni bilirim
rabbim dünyam tepetaklak
ben aşağıya atlayarak köpekleri sevmek istiyorum balkonumdan
rabbim aklıma mukayyet ol
ben köpeklerden çok korkarım
rabbim sen var olsaydın bana çok kızardın bilirim
yapma derdin günahtır
rabbim ben kavgalardayım aynalarla
ya ayna indirecek beni ya ayna

9 Şubat 2020 Pazar




şiir yazmak istiyorum ama daktilom bozuk
ve papatyaları gece dışarıda bırakmışsın, gece ayaz, çürümüşler
papatyaları gömmem lazım kabristan bakınıyorum
sahibinden, temiz, az kullanılmış
uyumam lazım ama yastığım kayıp
sirki iptal ettiler haberin oldu mu
çünkü terbiyecilerini öldürmüş aslanlar
terbiyecileri gömmem lazım kabristan bakınıyorum
şehre yakın, ucuz yollu, depozitosuz
uyanmak istiyorum ama bir rüya bu sonsuz












8 Ocak 2020 Çarşamba





                         


Romancıdır o işe yarar bir şey yazmadı henüz demişler arkamdan
Olsun, doğrudur dedim Turgut'a
Beğenmemişler kıyafetlerimi, hatırlamamışlar sualimi
Olsun, canları sağ olsun dedim Turgut'a
Sevmedi beni demişsin, kendini beğenmişin tekidir o
Doğru değildir dedim, sevdim
Ancak sevmekten ziyade alışmak istiyorum artık
Alışmak yeterli geliyor bana






küçük adam



1 Ocak 2020 Çarşamba




                                   1996

Bir şiirin zamanını beklediğine inanmışımdır
Yolun yolunu beklediğine inandığım gibi
Kötüyü olumlamadım hiçbir zaman
İnsan kötüdür
Kötüye ayak uyduran cahil
Cahile sabreden katil
İnsan kendi katline izin verdiği sürece anlamıştır hayatının sadece bir hayat olduğunu
Bir hayat hayatı kurtaramaz anlamak lazım
Eksikliğini hissediyorum yaşamın kuytularında gizlenmiş çocukluğumun olağan sanrılarının
Ağaç diplerinde buluyorum
Karınca izlerinde buluyorum sonra
Göğe her baktığımda yahut kafamı indirdiğimde toprağa
Gördüğüm bitmişlikten başka bir şey değil
Umut arafta
Araf arasta
Neden beraber mutlu olamadığımızı en iyi rabbim bilir
Rabbim derin bir uykuda


küçük adam