19 Aralık 2016 Pazartesi

KAYBETMEK ÜZERİNE BİRKAÇ KELİME
Nihayete ermiş bir pazar ve akıbeti muamma bir pazartesi... Evet bu sabah uyandığımda kafamda canlanan dünya betimlemesi tam da böyle bir şeydi. Bir zaman sonra bu düşünce sistemine yaşanılan zamanın inkar edilemez heyecan(sızlığ)ı çökecektir. Biz bu hikayenin neresindeyiz peki ? İster istemez kahramanı olduğumuz geliyor aklımıza. Kahraman olmak zor iştir. Bir süre sonra kahraman olmamış olabileceğimizi de fark etmekte zorlanmayacağız zaten. İplerini başkalarının eline bıraktığımız hayatımız, bizi kendi hikayemizde figüran ilan ederek alır intikamını. Bu hayatla ortaklaşa yazdığımız hazin bir sondur. Sorumsuzluğumuz ve hayatın acımasızlığı. Elimizden gidenlere üzülürüz ve elimizden gidenlere el sallarız. Her ne kadar kabullenemesek de gidenler git dediklerimiz olur. Çünkü dur demeyi beceremediğimiz her şey mevsimlerin ardında "git" demektir. Gittiklerinde anlıyoruz, en acınası hayalimizin bile rüşvet bilmez bir gümrük memuru kadar gururlu olduğunu. Yüzünde ağlamaklı gülümsemesiyle uzak kelimesinin anlamını tartarcasına silikleşen onlarca hayal. Sokağın rengi kapanıyor, caddeler ıssızlaşıyor ve tükenmekte olan anlamlar çoğalıyor. Kaybediyoruz.
Suçlu her zaman hayatın acımasızlığı oluyor. Kısa vadede pişman olmuyoruz hiçbir zaman. İnsanın kaybedişi burada boyut değiştiriyor. Elindeki tüm sorumluluğu hayatın inisiyatifine bırakarak kendi filminde set işçiliğine talip oluyor. Hayat bir yanıyla çok acımasızdır, adalet de öyle. İnsan için üzücü olan tükeniş, adalet için kaçınılamaz bir zorunluluktur. Eğer hayat bir yarışsa, kaybeden olmadan kazanandan bahsedemezdik. Hayat bir yarış değildir. Ve kaybedenlerden hep bahsederiz.  Kaybetmiş olmanın vazgeçilemez sancıları haricinde, insan kaybetmenin duygusal ritmine de hep tav olmuştur. Bunu bazen kabullenmekte zorlansak da içten içe birçoğumuz yaşadığımız yenilginin gizli gururunu taşırız.

 Hint mitolojisinde yaşayan Yudiştra; varlıklı bir kahraman, güçlü bir karakterdi. Duryodona onu zar oyununa davet ettiğinde Yudiştra yenileceğinin farkında olmasına rağmen onun teklifini kabul etti. Bu onun kendince her şeye baştan başlama sebebi olacaktı. Ki gerçekten her şeyini kaybetmiş ve yaşamına sıfırdan başlamıştı. Usta yönetmen Kieslowski'nin Üç Renk: Mavi filminde de aynı durumla karşılaşmamış mıydık? Julie maddi ve manevi her şeyinden kurtulmak istiyordu çünkü ona göre özgürlük hiçbir şeye sahip olmamaktı. Ya da bu iki örneğe nazaran daha meşhur olan Kral Odipus. Gözlerini kaybetmiş olması ona hiçbir şey kazandırmasa da o vicdanını rahatlatmak için böyle bir yola başvurmuştu. Ona göre görmeyecek olması pişmalığının unutulamaz timsali olacaktı.
Özetle, kaybetmek bazı zamanlar yalnızca kaybetmek değildir. Bazen değişmek bazen yenilenmek. Burada esas nokta olayın odağını kendi üzerimize çekmekte. "Ben" olabilmekte.
Ben...

11 Aralık 2016 Pazar

TEK YÖN

Kimsesiz kuyulardan geçer bu sessizlikler. Bilinenin aksine anlatılmaz değildir sükutun sakinliği. Belki başlarda biraz bocalasak da, uzak bir ülke umuduyla uzun bir dörtlük çıkar bu kuytulardan. Yaşamın en ağrılı zamanları hep geride kalmıştır çünkü. Çünkü bir ağrının dinmesi gibidir ilk cümlelerimiz. Acemi ve tehlikeli bir sataşma vaktidir artık. Bir gürültüyle bozulur tüm bu sessizlikler.
Bazen bir çığlık dedik buna, bazense biçare bir haykırış. Oysa eski zamanlardan kalma bir insan alışkanlığıdır susmak. Yahut eldeki durumun acınası tavrıyla susturulmak içimizdeki hücrelerin emriyle. Yetinmekle yitirmek arasındaki apansız kararsızlığın bitişiyle sözcüklerimiz belirir dilimizin altında. Çünkü bilinir: susan bir insan, anlatmak istememesinden değil, her şeyi anlatmak istemesinden beslenir. Çıkmak istediği koza, yaradılışının helezonlarıyla kaplanmıştır. Bu sebeptendir açmak istediğimiz kapının, kapatmak istediğimiz kapı olması. Çok küçük ayrıntılarla gizleriz bu isteğimizi. Yitirmenin kaygıları birkaç yüzyıl geride kalmışken, üstümüze çullanan bu ağırlık, duvarları yıkamadığından değil, duvarlara kıyamadığından yankılanır içimizde. Bedenimize, ruhumuza, hüznümüze sirayet eden merhamet, halinden değil şerrinden ürker de durur karanlık odalarda. Ancak büyük bir devrimle yırtar gider  içimizdeki gitmesi gerekenler. Susmak tam da burada başlar. Gitmesi icap edenlerin çok uzağa gitmeme isteği.

30 Kasım 2016 Çarşamba

MANSELİNA 

Karanlıklar içinden çıkar gelir bir akşamüstü üzüldüğümüz her şey. Beklenmeye değmeyecek sandığımız çok şey oldu, beklenmeye değecek. Öyle ya, çok şey oldu bildiklerimizi unutturan ve çok şey olmadı olacak sandığımız. Kime ne anlatsam diye düşündüğümüz zamanlardan geliyoruz. Ufkumuzda her zaman uykusuzluk, cebimizde yarının yaşantısını temin eden ümitlerimiz var. Böyle de olmasaydı, yani şu kelepir umutlarımız çıkıp gelmeseydi bir yerlerden kim bilir nice olurdu halimiz. Sen tabi soruyorsun haliyle, zaten nice değil mi halimiz diye. Ben de gülümsüyorum sana. Ağlıyorum sana. Candan Erçetin dinliyoruz. Suçlayacak onca şey varken uzaklar zor geliyor bize. Üstümüzde birbirimizin çelik yelekleri. Namlularımız birbirine dönük. Öyle çok biliyoruz ki nereden vurulursak vurulalım acıyanın kalbimiz olacağını... Susuyoruz. Yıprandık diyoruz sonra. Yıprandık çünkü. Bazen elimizde olmadan, bazen dolamadan dilimize. Hele bir de seninle şu sarılamadan ayrılışlarımız. Muhtemel vakitlerde değil de, en olmadık zamanlarda kovuklara saklanmamız.

Ben o kovukta çok şey biriktirdim. Gazete küpürleri, dergi sayıları biriktirmek gibi alışkanlıklarım oldu.Her sabah yüzümü yıkamadan önce kahvemi hazırladım. Film izlemediğim tek gecem olmadı. Bazı geceler hiç film izlemedim. Duvarlara baktım saatlerce, bilmediğim şarkıları dinledim, seni düşündüm. O gecelerin sabahları zor oldu. Okula uyanmadım, işe gitmedim, haberlere bakmadım.
Tutunacak bir dal aradım tabiri caizse. Sen de biliyorsun ki, en çürük dalı tuttum her seferinde.Seni. Ne yazık bana, dalına tutunduğum ağacın kovuğu nasip olmadı hiç

 Yine de ağaçları kesmesinler.


MEHMET ZORLU

25 Ağustos 2016 Perşembe




   ÖLÜM YOLCULUĞU

Bunlar son satırlar
Eksiği fazlası yok
Ölüme giderken sorgulamak nedenini niçinini acizlik değil midir ?
Ya da düşünmek yaşanmışlıkları,erken değil miydi demek yakışır mı bize ?
Erken diyerek yaşadığım günlere gölge düşürme gafletinde bulunmayacağım
Ya da ömrümüz buna yetiyormuş diyerek dinsel mitlerle,kadercilikle kendimi kandırmayacağım
Gidişimin bir sebebi yok
Ağlayarak başladığım bu lanetli ve tezatlarla dolu hayatıma son bir zıtlıkla veda edeceğim
Gülerek öleceğim


       Küçük Adam

24 Ağustos 2016 Çarşamba



              HER GÜN SEVİŞEBİLİR MİYİZ ?


Yapraklar düştüğünde  ağaçlarından ve ben aşık olduğumda deniz gözlü bir istanbul kızına, sonbahar geldi demektir.
Sıcaklarda sevemem kimseyi !
Soğuk bir istanbul gününde balkonda otururken önümde kadehim ve mezem yanında kalemim kağıdım varsa eğer, ilk kavgamızı etmişiz demektir.
Yazamam ki mutluluktan !
Bedenimde geçmeyen bir sıcaklık ve üryanlık hakim vücuduma ben saçlarını öpüyorsam ipekten yatağımızda, öncesinde sevişmişiz demektir.
Keşke her gün sevişsek !
Korkacak,acıyacak yanım kalmadıysa artık boş bakan gözlerim seni arıyorsa gördüğü her surette, sen gitmişsin demektir.
Gidişin sana kalsın ben gelişini hatırlarım sadece...


     Küçük Adam

23 Ağustos 2016 Salı



               TANRISIZ ŞİİR


Eğer birazcık adaletiniz varsa tanrım
 Göstermeniz yeterli olacak
Bize biçtiğiniz değer hiç te adil değil !
İki çocuk ağladı bugün aynı anda
Biri alamadığı oyuncağına,biri ise aç karnına
İkisi de sizin eseriniz : çocukları ağlatmayın tanrım
Özellikle aç olanlarını
Bu soğukları da alın tanrım
Üşümesin,donmasın burun şekerleri
Gölgenizi de alın artık üstümüzden
Bırakın bizi küçük görmeyi
Kulluğunu istediklerinize babalık yaptığınız gün
Gülebilirim ben de sizin için
Ve inanırım o zaman çocukları sevdiğinize
Beni sevmeseniz de olur
Ancak biraz saygı duyun istediklerime

                  KÜÇÜK ADAM

12 Ağustos 2016 Cuma

ANLAŞILIR BİR AYRILIK ŞİİRİ

Uçurum gibi baktığım gözlerine
Ömrüm boyunca son defa dalıyorum
Bu vakitten sonra paklamaya yetmeyecek sevmeler
Elimden hatırlamaya kıyamadığım zamanlar dökülecek.
Bakışlarımı başka bir tarafa çeviriyorum;
Sahiden gidiyorum.

Bizi umulmaz bir köşeye bıraktım.
Gece kuşlarının konduğu dallara.
Her devir bir katliamdır derlerdi
Bizi zaman devirdi
Yutkunmaya kursağımın gitmediği yerdesin
Gitmeye mecburum
Bitmeye mahkumuz sanırsam.

Sancıtan kelimeler yazmak istemiyordum oysa
Olgun bir vedanın hakkı teslim olur diliyordum.
Şu an bahse değer gördüğümüz her bir şey
Elimizin ateşe ilk gittiği gibi kor kokuyor.
Üstelik bu defa ateşten değil,
Ayrılıktan korkuyorum.

Vakti ile bu acıları Türk dizilerine bölecektik,
Ve bize uğraması muhtemel olmayacaktı diye bilecektik.
Şimdi cehennem diye sandığımız ne varsa
Sol tarafımızda parıldıyor.
Savaş meydanlarında izlersek savaş olur sanıyordum
Başka bir şey olsa gizlemezdim.
Bazı aşklar kürek cezasına sevdalıymış.
Böyle olsun istemezdim.

Seni senden çok sevdiğim perşembe sabahları,
Uyanmaya uyuyamadığım gecelerde biterdim.
Bizi en çok dindirecek olanı yalnızlık diliyordum.
Merhem diye tuz basmışım.
Zaten aşk da biraz acıdır.

                                                                                                              Mehmet ZORLU

27 Nisan 2016 Çarşamba

SÜRGÜNLERDEYİM

Sürgünlerdeyim
kuzgunlar konuyor yanıbaşıma
Yanıbaşında ölüyorum haberin yok
Kaldır beni kıymetlim
Alalım başımzı gidelim
Ben sürgünlerdeyim fakat sen gel de geleyim
İkimize yetecek ortak bir müzik listesi yapalım.
Karanlık tenimizi örterken
Bırak da en hassas yerlerinden öpeyim hasretini
Bana dön deme şimdi ben sürgünlerdeyim
Ama sen gel de geleyim
Sıra sıra dizip sevdiğimiz kitapları
Başımıza yastık yapalım en sevgili kelimeleri
Hiçbir şey için söz veremem
Biliyorsun şu dönem sürgünlerdeyim
Lakin sen gel de geleyim
Yüzünü görmemi istemiyorsun dediler
Kolumu bacağımı bırakayım
Bırak, amaa geleyim
Öyle güzel çağlıyor ki kulaklarımda ismin
Uzun zamandır işitemiyorum ne bir ses, ne bir sessizlik
Bu sebepten beni durduracak desibeller ölü doğum ne yazık
Yalnız ismini taşıyan kız çocukları yankılanıyor kulaklarıma
Dur deme şimdi bana biliyorsun sürgünlerdeyim
Yeter ki tek bir cümlede ortaklaşsın adlarımız
Yüzümü düşürüp sağır geleyim.
Bana baktığın kısa bir an yerleşti zihnime
Durup durup aklımdan çıkarıyorum
O yüzünün halini bir anlatmaya başlasam
Ah bir başlasam
Calvino tasvirimden ötürü beni halefi tayin ederdi
Yapamam, biliyorsun ki sürgünlerdeyim
Bana kalırsa hepimiz acemi birer hırsız doğuyoruz
Şu kahrolası hayattan çaldıklarımız belirliyor kastımızı
Ben gözümü sana dikmişim
Hayat gözünü bana, Sen gözünü hayata
Kafam bu kadarını kaldıramayacak
Ama sen gel de bana
 ister aptal geleyim
İster Abdal geleyim.
Seni anlatmaktan vazgeçeli
Seni anlatamamaktan vazgeçeli
Kim bilir kaç bahar geçiyor
Ben seni anlatmayı borç bilirken
Henüz saatin ve saatin tersi yönü yoktu ortalıkta
Orada burada sağa ve sola dönerken zaman
Adını Avam kamaralarına bağırıyordum
Sonra sen gitmeyi kurdun alarmlara
Ben sürgünlerdeyim
Zaman desen İzafiyet teorisi şu sıralar
Ama sen bir gel de
Kara deliklerde dehlizler bulayım
Ay ışığına tutunup geleyim

                                                                                                Mehmet Zorlu

11 Mart 2016 Cuma

                                                                  BİR BİLSE

Ben orada durmayı mı marifet sandım bunca zaman. Ellerim nasıl terliyordu oysa ve ben onun
ellerini de bir o kadar terler sanıyordum sımsıkı sararken. Başucumda fiskos gibi duran şu çaresizliğim o zamanlar çıksaydı karşıma bu lanet olası hayata daha hazırlıklı sataşabilirdim belki. Kim bilir belki onun da gözleri birçok noktaya bakarken tek bir boşlukta can bulmuştur bir zamanlar, kısa soluklu da olsa. Belki bir yerlerde başka bir seçeneği olmadığı için aynı  vakitte aynı frekansı tutturup aynı şarkıya eşlik etmişizdir usul usul, her ne kadar o şarkının en ışıklı yerinde başka frekanslara, başka dünyalara yüz dönmüşse de. O zamanlar eski zamanlardı elbet, ben daha Ömer Hayyam'ı tanımamışken, o daha saçlarını topuz yapmıyorken ve gözlerinin rengine aldırmaksızın uzun uzun güneşi izliyorken tanışık olsaydık bu limonu abartılmış mevsim salatasına böyle yarı ağlak bakmazdım herhalde. Aynı sahil bankına oturup bu defa birbirimize değil de bitmeyecekmiş gibi uzayan denize bakmayı denerdik yüksek ihtimalle. Size garantisini veriyorum o gün tekrar yaşanıyor olsa yağmur kendini gösterip alaycı bir çocuk gibi bulutların kucağına sığınır, yağmazdı. Eğer yanılmıyorsam bu hallere düşeceğimi bilse sakallarım uzamazdı, Beşiktaş şampiyon olurdu, yunus balıkları yeniden boğazı avuçlardı ve içine düştüğüm şu çukur kendini, açıklayamayacağım doğa olaylarıyla her düzlükten görülecek bir tümseğe çevirirdi. Bunların hepsi ihtimaller dahilinde fakat şundan eminim ki o bana tüm bunları Nazan Öncel'i dinlemem için yapmıştır.  Sahil kenarlarına sarhoş değil de hadsiz birinin elinden bıraktığı poşet gibi yanaşmam için yapmıştır muhtemelen. Tüm şehir sabahlara uyanırken beni gündüzlere muhalif etmek için yapmıştır hiç şüphesiz. Mutlaka bir bildiği vardır! Her şeyi sevmek zannettiğimiz mevsimlerin ardından kara kışların da olduğunu anımsatmak için ellerimin arasına  bıraktığı buz kütlelerinin erimediğini bilseydi katiyyen bunları yapmak geçmezdi aklından. Ortaklaşa  sevdiğimiz tüm uğraşları tek başıma yoğururken bir gözümün haykırırcasına gülüp diğerinin hıçkırarak ağladığına şahit olsaydı bir defa, ah bir defa olsaydı o zaman görürdünüz siz onu, böyle çekip gitmeyi aklına getiren her nörona izmarit basardı. Ama basamadı bir türlü, sigara da içmezdi zaten. 
                        
                    
                                                                                                              Mehmet Zorlu

5 Şubat 2016 Cuma

KAHVE TADINDA KISA ZİYARET

“Henüz kimin geldiğini bilmiyorum ama öğreneceğim’’ dedi ve yavaş yavaş doğrulmaya başladı yerinden. Koridora doğru yönelirken mutfağın ışığını kapatmayı ihmal etmedi. Kapının önüne yetiştiğinde aynaya dönüp saçlarını düzeltti, kimin geldiğini gayet iyi biliyordu. “Bu ne güzel sürpriz” kapattı kapıyı. Mutfağın ışığını açıp kahve için tek kişiye yetecek miktarda su döktü cezveye. Ardından salona döndü ve tek kişilik koltuğuna yerleşti. İşten güçten bahsettikten sonra mutfağa döndü, bardağa bir buçuk kaşık kahve biraz da şeker boşalttı. Kaşıkla birkaç defa karıştırıp salona döndü. Mutfağın ışığını kapatmayı ihmal etmedi. Kahvesini yudumlarken yan sehpadaki sararmış kitabı aldı eline. Kaldığı yerden okumaya devam etti. Tam sayfayı çevirmek üzereydi ki durdu birden
-Senin yüzün neden asık böyle? Canın bir şeye mi sıkkın? dedi gayriciddi bir hal takınarak.
“Aman bana ne bir de seninle mi uğraşacağım. Sen ne kaygısız bir adamsın öyle. Yüzünün haline bak, kırk yıldır tıraş olmamış gibisin. Başımıza Robinson Crouse mi kesildin bu yaştan sonra. Gün olsun evden çık, sokakları gez, Moda’da kızlara laf at, ne bileyim git Eminönü’nde balık ekmek ye. Azıcık yaşadığını hatırla moruk. Lan senin yaşındaki adamlar koluna fıstıkları takıp gününü gün ediyor, o bar senin bu eğlence benim gençliğine gençlik katıyor. Sen orada oturmuş yok Freud bunu demiş yok Werther’e yazık olmuş. Sana ne oğlum sen mi kurtaracaksın Werther’i? Hayır hayır bana istiklali anlat, Karaköy’de gördüğümüz taş gibi karıları anlat. Bana ne lan Armand Duval’dan? Bak kahven de soğumuş yine, şu illeti bir türlü sıcak bitiremedin. Bak bak somurtuyor bir de. Tamam otur yerine, demedik bir şey otur. Oğlum otursana ne bu tavırlar. Film izleyecekmiş. Pehh. Tarantino mu bakacak sana büyüyünce, Nolan mı yapacak akşam yemeğini aptal! Tamam lan git nereye gitmek istiyorsan siktir git!”

Yerinden kalktı, sehpadaki soğumuş kahveyi alıp mutfağa bıraktı. Çıkarken mutfağın ışığını kapatmayı ihmal etmedi. Kapının yanındaki aynanın karşısına geçti, saçlarını düzeltip “hadi kendine iyi bak moruk” dedi. Mutfağın ışığı yüzüne vuruyordu.

9 Ocak 2016 Cumartesi

EŞGAL ERBABI


Kaldır kafanı
Saçlarınla oynamayı kes.
Dalıp dalıp gitmelerden vazgeç
Tamam oldu, bozma.

Kimsin sen?
Yani bu, eli cebinde halin
Sehpanın üzerinde kahven
Çantada birkaç kitap
Kitapta birkaç söz
Sözün özünde usanmışlık
Fazla soyut oldu değil mi?
Baştan alalım.

Kimsin sen?
Ben o gözlerin havale halinde oradaydım.
İşgalci güçler peşimizde
Her tarafta yangın var
Dostoyevski bu konuya değinmemiş ne talih
Kan sızıyor kapı altlarından
Kırık camlar batıyor çorak topuklarımıza
Utanmasak yardım isteyeceğiz
E utanıyoruz.
Göz altları morarmış tecrübelerimizin
Anlatmaya korkuyoruz.
Ama burada ne çok acınası sahne var.
İyisi mi?
Baştan alalım.

Hah, kimsin sen?
Ben ki sevgimi ipek hurçlarda saklamış
Kimilerinin kalbini altın mahfelerle sokaklarda gezdirmişim.
Düşünceli hallerimde halı desenlerinden yollar yapmış,
En uygunsuz zamanlarda
Aslan payına tırnak atmışım.
La Fontaine bu konuda pek bir şey söyleyemez
Jenerasyonlar farklı
Ancak dinamik dünyada tarih ne kadar laf yapabilir?
Heredot yirmi birinci yüzyıl akşamlarında şarap içmekten ne anlar?
Kaldı ki Büyük İskender de elindeki adaları Araplara satardı.
Fakat hayat dünyevi tatlardan hiç haz etmez
Hadi bakalım,
Baştan alalım        
                                                                                                        Mehmet ZORLU