31 Mart 2018 Cumartesi

DAR YOLLARDA İLTİCALAR

Karaya mavi dalgalara yaklaşıyor, saçlarım biraz uzun, sakallarımdan tanınır dağınıklığım. Öylesine gelip geçen gemiler öylesine geçip gitmiyordur bilirim. Akıntının peşine taktığı küçücük su taneleri bir araya gelip büyük su taneleri oluyorlar ve sırayla ve birbirlerine sarılarak akıyorlar diğer su zerrelerine. Bir garip uğuldama oluyor sabahları çünkü sabahlar bütün gün süren uğuldamaların kendilerini belirtme vakitleridir. Diğer tüm zamanlar boğsa da bu çaresiz figanı, kendiliğinden kopmuşluğudur sebebi bu figanın.

Ilık ve soğuk birbirine çarparken başlayan o muhakemede gece ve gündüz saatleri birbirlerini eşitliyordur. Anladığım ve öğrendiğim kadarıyla bunun olabilmesi sıcak bir sonbahar ya da soğuk bir ilkbahardır. Hayat bir yerlerden uyumlaştırdığı çelişkilerle nasıl da buluyor dengesini. Ben çoğu zaman bulamam.

Şimdi böyle ağrılı şarkılar dinliyorsam saçlarımı alabildiğince gerilere yaslayarak, oyalanacak tek şey çaresiz bedenim olmuştur. Hayat çok şeyle uğraşır, benim saçlarımı dağıtır, martıların burunlarını kızartır ve sabah ayazında nice evsizin belası olur. Benim böylesine uğraşacak takatim olmadı hiç. Olmasın da zaten, güç benim için sırta alınmış yük, çoğu zaman altında ezildiğim.

Böyle vakitler boğazda ve boğazımda akıp gitmek isteyen çokça koca kelimeler olur. Anlatmak arzusu hiçbir zaman yetisini yeterli bulmaz. Umduğuna tesiri de çabasız bir vazgeçiştir bilirim. Boğazın tek kelime etmese de söylemişliği çok cümleleri vardır. Benim olmadı hiç, olduysa da eksikti hep. Canım sağ olsun.

Akdeniz’in geniş ve çarşaf gibi sularından sonra küçücük çeperinde akıp gitmekten bıkmayan Boğaz’a baktıkça ben, büyümek isteyen bir ilkokul çocuğunun çabalayan ağlayışını görüyorum. Kim bilir belki de yalnızca Akdeniz gibi koca bir denize varıp, usul usul kurumak istiyordur, O bu şekilde ağlıyordur. Ne bileyim.

İç bir denizden gelir ve kuzeye ve güneye sendelersin her defasında. İç bir denizsin sen ve boyutlarından büyüktür boyun, pürüzsüz bir boyun gibi uzarsın. İç bir denizsin sen ve farkında olmamak ne mümkün, içli bir denizsindir.

Mehmet Zorlu

30 Mart 2018 Cuma





Bir rüyadan uyanmak...


-Kirli oyunlar bunlar Turgut.Yapmaya çalıştıkların, bizleri karanlığa sürüklüyor. Işıldağın pili bitti ve gemide kalan bütün mürettebat âmâ artık. Denizin suyu çekildi Turgut.
-Bu denizler bizimdir ve ben karşımda hala pırıl pırıl sahiller görüyorum varılacak. Oyunum kirlidir Selim. Ancak ben sadece yazarım. Oynayanlar kirletiyorsa eğer yazdıklarımı ne yapabilirim ki bu konuda? Yapmaya çalıştıklarımı sen de yapardın benim konumumda olsaydın.
-Yanılıyorsun Turgut. Bir konuda anlaşalım. Sen hep tek kişilik oyunlar yazarsın. Sen kendin yazar,kendin oynarsın ve şunu da bildiğinden eminim. Yerinde olsaydım susardım. Kabul ederdim gerçekleri. Sen kolaydan kaçıyorsun. Küçüklüğünde de böyle değil miydin? Sen her zaman için kolaylıkla alabileceğin bir bilye yerine alamayacağını bildiğin iki bilyeyi seçerdin.
-Hayır Selim. Zorlardım, şansımı denerdim hep. Ama alamayacağımı bildiğim bilyeler için hiçbir zaman atış yapmadım ben. Aldım yada alamadım. Kazandım yada tecrübe edindim. Ben hiç kaybetmedim Selim. Mandela diyor bunu, aklında bulunsun. Ve denediğim için huzurla doldum hep. Ben denedim Selim. Ben bütün ihtimallere inandım. Ben zoru değil doğru olanı seçtim. Sen ise hep kolaya kaçtın. Pişman olacaksın. Aramızdaki zavallı ruhsun sen.
-HA HA zavallı mı?
-Evet Selim zavallı. Sen hayatını kestirme yollar arayarak geçirmiş bir zavallı gibi öleceksin.
-Ya bulduysam Turgut, ya kestirmeler işe yaradıysa, ya ben çok mutluysam böyle yaşamaktan? Bütün ihtimalleri değerlendiren sen, bunları düşünemeyecek kadar akılsız mısın? Hiç sanmıyorum Turgut. Sen benden daha akıllısın. Akıllı ve mutsuz olarak öleceksin.
-Çay alır mısın Selim
-Olur tabii. Fincan olsun ama
-Azad iki çay versene oğlum. Biri fincan.

Azad'ın sesi duyuldu."İki mi abi?"

-Evet oğlum iki. Biri fincan. Ne demiştin sen en son?
-Akıllı ve mutsuz demiştim Turgut.Öyle ölece.....
-Akıllı ve mutsuz ha Selim. Yapma lütfen. Akıllı adamlar mutsuz olmazlar. Mutsuz olan adamlar akılsızdır. Birbirine paralel olan iki olgudan sadece kesişimlerine beni aldığın için zıtlık çıkartamazsın.
-Hemen kendimi örnek vereyim. Mutluyum ama pek akıllı bir adam olduğum söylenemez. Öykülerim iş yapmaz.
-Annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz...
-İyi yakaladın Turgut.
-Gerçekten mutlu musun Selim? Ve evetse sorumun cevabı; neden?

Azad çayları getirip masaya bırakır."Abi soğumasın?" Turgut bir sigara yakıp Azad'a başıyla gitmesini işaret eder.

-Az iç şunu az. Erken öleceksin.
-Karışma, işine bak Selim. Sen cevap ver bana.
-Evet mutluyum. Yaşıyorum işte. Önemsemiyorum hiçbir şeyi, kimseyi. Kendi başımayım, huzurluyum, normalim.
-Kaç yaşına geldin hala aynı tas aynı hamam be adam. Anlatamadım sana bir türlü. Ne zaman anlayacaksın bilmiyorum Selim. Mesele değil önemsenmek, mesele önemsemek. Bir gün seviliriz elbet. Önemli olan sevebilmek.
-Bir gün severiz elbet Turgut. Abartıyorsun. Dünkü maçı izledin mi sen?
-Zevksizdi be oğlum. Sarmadı çok.
-Hadi be oradan. Sizin takım üç yiyince zevksiz mi oldu maç? Takır takır top oynadı bizimkiler.

Turgut söndürdüğü sigaranın ardından hemen yenisini yakar.

-Yak yak. Takıldım be oğlum. Sıkma canını.
-Orada değilim Selim.

Azad çay ocağının girişinden endişeli bir ses tonuyla seslenir."Turgut abi polisler! "

-Devlet geldi Selim.
-Vatan sağ olsun Turgut!



küçük adam


25 Mart 2018 Pazar


                                         RIZA BİR ÖLÜMLÜ,RIZA ÖLDÜ MÜ?


Bütün yalanların ortak bir noktası vardır. Söyleyene acı verir yalanlar. Gerçekten uzaklaştırmazlar ancak var olmayacak hayallere yaklaştırırlar insanı. Bütün acıların ortak bir noktası vardır. Sahip oldukları bedeni yalana alıştırırlar. Mutluluktan uzaklaştırmazlar ancak baki olan arayışlardan vazgeçmeye yaklaştırırlar insanı. İnsan vazgeçmeye meyillidir her zaman. Sabahın erken saatlerinde henüz güneş etkisini göstermeye başlamamışken, balıklar uyanmamışken daha, hiçbir çocuğun kumdan kalesi yapılmamış ve yıkılmamışken, kumsala inmeden önce adım adım izimi bıraktığım asfalt terlememişken daha deniz suyunun sıcaklığı insanı vazgeçmeye meylediyor. Aldırmıyorum. Ruhumu Akdeniz'in serin sularında özgür bırakma fikrinden vazgeçmiyorum. Yosunlara ve taşlara basmamaya çalışarak yavaş yavaş yürüyorum denizin içinde. Soğuğu hissetme arzum veya belki de kolluklarımın olmayışından duyduğum öz güvensizlik kulaç atmamı engelliyor. Birazdan su boyumu aşacak. Birazdan ölümle yaşam arasında, metaforik sanrıların rahatsızlığını belki bir baş ağrısı yahut ince bir kalp sızısı olarak hissedip bir karar vereceğim. Bu kararı biraz zamanlığına ertelemek için duruyorum. Ufuk çizgisi olabildiğince yakın görünüyor buradan ve olabildiğince uzak. Vücut sıcaklığımla suyun sıcaklığı yavaş yavaş dengeleniyor. Bu durumun verdiği rahatlama hissini bütün zerrelerimde hissedebiliyorum. Yanımdan geçen küçük balık sürüleri daha belirgin artık. Güneş biraz daha fazla yakıyor üzerinde pek fazla saç olmayan kafamı. Bir karar verebilmiş değilim. Ya sona devam edeceğim ya da belirsizliğime geri döneceğim. Bir kızıldereli büyüğü der ki, "En büyük hayalim bir gün amaçsız kalmak. O zaman çok daha kolay olurdu insan için canına kıymak." Bu cümleleri benim elime bıraksalardı şöyle değiştirirdim. "En büyük hayalim bir gün canıma kıymak. O zaman çok daha kolay olur insan için amaçsız kalmak." Uzun süredir suyun içinde kalan ellerim buruşmaya başlıyor. Küçükken anneme beni leğende yıkaması için yalvarırdım. Ellerimi suyun altından hiç çıkarmaz ve buruşmasını beklerdim. O zamanlar hayatı tanımamak, mutlu olmak için küçük bahanelerin yeterli olmasına sebebiyet veriyordu. Odun sobasının ısıttığı küçük salonumuzda annemin anlattığı masallarla, babamın haftada bir aldığı çikolatalarla, aşağı mahallenin çocuklarını yendiğimiz futbol maçlarıyla  mutlu olabiliyordum. Sonra ardı ardına geldi hepsi. Büyüme telaşı, okul sorunu, iş, aşk, ölüm... Hep yara almaya başladım. Yıllar geçtikçe yaraları kapatmak yerine daha fazla yara aldım. Kime güvensem elimde patladı. Hangi taşı kaldırsam altında ben kaldım. En sonunda da yıldım. Yaşamaktan vazgeçtim. O yüzden geldim buraya. Sakin bir tatil kasabası. İnsanların hala mutlu olabildiği, gülebildiği ender yerlerden bana göre. "Denizi çok güzel." demişti bir arkadaşım sorduğumda. Acaba haberimi aldığında ne tepki verecek? İleriye doğru bir adım attım. Su seviyesi boynumdan çeneme doğru kararlıca yükseliyordu. Sonuma birkaç adımımın kaldığının farkındaydım. Yüzme bilmiyordum. Önce kum kayacaktı ayaklarımın altından. Çırpınmalarım başlayacaktı belki de. Ciğerlerime yavaş yavaş tuzlu deniz suyu dolup,burnum ve gözlerim acınası bir şekilde yanarken bir pişmanlık kaplayacaktı bedenimi belki. Geç kalmış olacaktım. Yaşamaya dair ne kaldıysa elimde yetmeyecekti beni tekrardan su yüzüne çıkartmaya. Batacaktım. En dibe kadar batacaktım. Zihnimde bunca çaresizlik varken, bunca yıpranmışlığın ağırlığı beni hararetli bir ölüme doğru sürüklerken ismimi bağıran bir kadın sesiyle irkildim."Rıza bey,rıza bey !" Duyulanın gerçek olup olmadığına dair kısa süreli bir zihin çatışmasından sonra arkamı döndüm. Komşum Lale hanımdı bu.Bir eliyle bana el sallayıp diğer eliyle havlusunu ve muhtemelen ben dönmeden önce çıkarttığı pareosunu kumların üzerine bıraktı. Denize girip yanıma doğru yüzmeye başladı. Ölümüm ertelenmeliydi. Bir insan yanımdayken bunu yapamazdım. "Ah ulan Rıza" dedim kendi kendime. İnsanlar hep yanlış zamanda anarlar adını. Hep yanlış zamanda gelirler...

    küçük adam

22 Mart 2018 Perşembe



taş parkeli yollarda
gülmeyi unutmuş çocuklar
ve ağızlarından düşmeyen argo sözcükler
ve sokak kedileri
aç kalmışlar
gözlerinde tavuklu pilavın özlemi
çocukların ve sokak kedilerinin gözlerinde
aç kalmışız
gözlerimizde tavuklu pilavın özlemi
benim,çocukların ve sokak kedilerinin gözlerinde
kadıköyün bir ucundan bir ucuna umarsız bir yalnızlık
çünkü ben o ilk uçtan başladım yürümeye
denizi sağıma aldım
bir idamı daha kabullenemeyiz diye
ben,çocuklar ve sokak kedileri kabullenemeyiz
yürüdüm
aklımda bir son noktası yok iken o sıralar
önemli olanın yürümek olduğunu düşünürken yani
vardım
aklımda hala bir son noktası yoktu fakat
önemli olanın durmak olduğunu düşündüm o an
bir sokak kedisi durdu
bir çocuk durdu
ben de durdum
yürümeyelim lan dedim
yürümüyoruz dediler
taş parkeli yollarda
insanlar gülüşürken
bir kısmının bu gece sevişeceği
bir kısmının  bu gece sevişmeyeceği
apaçık belli iken
annem bugün beni aramamış olsa da
ben,çocuklar ve sokak kedileri
durduğumuz yerden
allaha dua ettik
allah duranları da görecek bir gün


  küçük adam


19 Mart 2018 Pazartesi



                                                                PALYAÇO S.

   Palyaçolar da rakı içer,palyaço olmayanlar da. Peki arada kalmışlar? Palyaço olamayanlardan bahsediyorum. Arkadaş kalamayanlardan, fırından sıcak bir ekmek alamayanlardan, hasta olup iyileşemeyenlerden bahsediyorum. Sokaklarda özgürce dans edemeyenlerden, evlerinde özgürce dans edemeyenlerden, hiçbir yerde dans edemeyenlerden... Onlar ne olacak? Turgut'lar bile ölmüşse Sait'ler ne yapacak? Tanıdığım herkes delirmeye müsait bir coğrafyada yaşayıp delirmemek için uğraşırken ben lazım olana müsaade edip delirmeye karar verdim galiba. Palyaço olamamak büyük bir baskı yaratıyor üzerimde. Oysa çocuklar tarafından sevilmeyi yeterli görmüştüm. Korktular benden. Bugün bir kez daha anladım. Benden palyaço olmazdı. Benden hiçbir şey olmazdı. Bunu da anladım. Belki biraz geç oldu ama çınar ağaçlarının gölgesinde, gecenin zifiri karanlığında oturmanın insan sağlığına iyi geldiğini de anladım mesela. Bir yerlerde, umulmadık zamanlarda üstelik, bir çınar ağacının ergin dallarına çıkan çocuklar palyaçoları severdi belki. Pes etmemeliyim. O çocukları aramalı Sait. Bulmalı o çocukları. Onlara iyi gelmek,bana da iyi gelebilir. Yüzümde kalan boyaları yıkamak için tuvalete geçtim. Başımı kaldırıp, aynada kendime baktım. Ağladım biraz. Kapıyı açmasaydım eğer göz yaşlarımda boğulurdum o küçük tuvaletin içinde. Ağlamak ayıp değil diyor birisi. Nasıl yani? Ayıp olmasaydı ağlamak bir palyaço neden gizlemeye çalışsın göz yaşlarını yahut bir çirkin ördek yavrusuna benzediğini? Ben gocunurum emin olun. Parklarda, tren istasyonlarında, sahil kasabalarının bolca taşlı kumsallarında ağlayamam. Balkona geri döndüm. Bardağa şişenin dibinde kalan rakıyı doldurup üstüne tek parça buz attım. İnsan aklını kaybederken hafif hafif dönüşüyor bardağın içindeki renk. Şeffaflıktan beyazımsı bir griliğe. Annem oturdu daha sonra karşıma.
-Afiyet olsun Sait
-Hoş geldin annem,sağ ol
-Ne kadar da yakışmış kıyafetleri benim oğluma...Ama kırışmışlar bunlar Sait,neden güzel güzel ütülemiyorsun işe gitmeden!
-Ütü bozuldu anne
-Yenisini alsana be oğlum. İhmal edilir mi hiç ütü? Yakışıyor mu senin gibi saygın bir palyaçoya, insanlar kıyafetlerine bakıp sana gülsün mü istiyorsun Sait?
-Param yok anne
-Abinden iste oğlum, konuşurum ben onunla
-Sen onunla konuşamazsın ki anne... Anne,anne?

Sen de git anne, herkes gibi sen de git. Ama rakı kadehlerini boşaltmayın, eksilmesin hiçbir şey, hiçbir şeyden dahi olsa kalsın biraz.
Önümde duran bardağa baktım. Aklımda sonun çaresizliği. Bardaktaki rakıyı tek yudumda içip ardından tabakta kalan son parça peyniri ağzıma attım. Hiçlikten geriye hiçlik kaldı elimde. Biri bir yerde çınar ağacından kalan son ergin dalları kesti. Acz. Biri çınar ağacının dallarının arasından atladı aşağıya. Hüzün. Biri çınar ağacının gölgesini terk etti. Ölüm. Biri bu dünyadan ayrıldı. Ağlamayın. Ben yeterince ağladım.



 küçük adam

12 Mart 2018 Pazartesi



                                                                         CAN


Baylan pastanesine girerken yol boyunca hissettiğim tedirginliği üstümden atamamıştım. Kenarlarında işlemeler ve oymalar bulunan tahta kapıyı biraz güç uygulayarak ittirdim ve içeri girdim. Kadıköy'ün ortasında burjuvazi,mazisi olan,daha önce duyduğum ama hiç gelmediğim bir yerdi burası. İçeriye girer girmez hemen sağ tarafımda sergilenen şekerlemeler ve benden iyi giyimli bir garson karşıladı beni. İçimden buranın bana fazla olup olmadığını sorgulamaya başlamıştım bile. Gözüm sol tarafımda bulunan çerçevelere kaydı. Buraya gelen ünlü isimlerin; önemli şarkıcıların,oyuncuların ve siyasilerin fotoğrafları vardı. Bu fotoğraflar popüler olan mekanların halka caka satma taktiği olarak adlandırılabilirdi. Pastanenin girişi dardı. Sol tarafta çerçevelerin altından başlayan tek taraflı masalar, tatlıların,pastaların ve diğer şekerlemelerin servise hazır olarak beklediği dolabın bitimiyle beraber çift taraflı olarak devam ediyordu. İçeri girdiğimde beni karşılayan iyi giyimli,esmer garsona sigara içebileceğim açık bir alanları olup olmadığını sordum. "Lütfen dümdüz ilerleyin beyefendi masaların bitimiyle beraber göreceğiniz kapı bahçemize açılıyor." cevabını aldım. Gömleğinin üstündeki yaka kartından adının Salih olduğunu anladığım garsona teşekkür ederek bahçeye doğru ilerledim. Bahçeye açılan kapı otomatikti. Pastanedeki masaların,sandalyelerin,çay bardaklarının ve tatlı tabaklarının verdiği romantizm bir anda uçup gitmişti. Bahçede yaklaşık olarak on tane masa bulunuyordu. Saat geç olmasına rağmen kalabalık bir topluluk vardı burada. Sağ taraftan yürüyerek en sonda bulunan masaya sırtımı insanlara verecek şekilde oturdum. Hemen masanın üstündeki menü dikkatimi çekti. Pastane Cumhuriyet ile yaşıttı. Menünün en üstünde bulunan logodan bunu anlamak mümkündü. Ancak bundan daha çok garipsediğim şey çayın yedi lira olmasıydı. Ah Elif! Acaba bilerek mi burayı seçmişti? Söylediği sözler yetmezmiş gibi bir de bununla mı canımı yakmaya çalışıyordu? Kafamdaki kasveti sipariş almak için yanıma gelen garson dağıtmıştı. "Ne alırdınız beyefendi?" Garsona doğru dönüp cevap verdim. "Şimdilik bir şey almayayım lütfen. Bir arkadaşımı bekliyorum.Yalnız bir küllük getirirseniz sevinirim." Neden bir arkadaşımı beklediğimi söylemiştim ona? Yalnızlığımı gizlemek için miydi yoksa şimdilik veremediğim siparişi meşru kılmaya mı çalışıyordum? Ya da sorulması gereken ilk soru, Elif benim arkadaşım mıydı? Hayır değildi. Ne zamandan beri terk eden kadınlar terk edilmiş adamlara arkadaş olmuştu? Saatime baktım. Konuştuğumuz saati on beş dakika geçmişti. Beraber olduğumuz dönemde genelde Elif beni beklerdi. Hayat bazı zamanlar rolleri değiştiriyordu. Değişmeyen tek şey ise birileri beklerken birilerinin hep geç kalmasıydı. Üç yıl önce tanışmıştık Elifle. Taksimde bir barda, o arkadaşlarıyla eğlenirken ben tek başıma sarhoş olmaya çalışmak ile meşguldüm. Anlaşılan sarhoş olmayı becermiştim ki sabah uyandığımda yabancı bir evde,yabancı bir yatakta bulmuştum kendimi. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken o zarif,insanı içine hapseden ve tekrar tekrar beynimde yankılanan sesi duymuştum. "Uyanmışsın,kahvaltı hazır." Şaşkınlığımın derecesi daha da artmıştı. Kapının önünde kestane kahverengisi saçları,deniz mavisi gözleriyle bana bakan bir yabancı. Kalkmamı beklemeden içeri doğru yürümüştü Elif. Ben de hızlıca yataktan kalkıp onu takip etmiştim. Küçük ama şirin bir evi vardı. Duvarlarda tablolar, amerikan mutfağı olan bir salon, salonda bir yemek masası, içinde sayamayacağım kadar kitap ve ansiklopedi olan bir kütüphane. İlk başta dikkatimi bunlar çekmişti. Elif çayından bir yudum alırken masaya oturmuştum. Siyah ve yeşil zeytinler, kıpkırmızı domatesler, mevsimi olmasa da pek kötü görünmeyen jülyen doğranmış salatalıklar, yumurta, bal, tereyağı... Özenle hazırlanmış bir sofraydı. Benim ona bir şey sormama fırsat vermeden o girmişti lafa "Şimdi sen bana ne olduğunu soracaksın. Biliyorum. Ama sorma. Ben de tam olarak ne olduğunu hatırlamıyorum. Takside kustum onu hatırlıyorum. Çok utanıyorum o yüzden kusura bakma. Normalde kolay kolay kusmam. Barda biraz sohbet ettik,eğlendik,taksiye bindik,kustum ve sonrası yok. Bir de anlamışsındır belki ama sevişmişiz dün gece." İstemsizce "Ne hoş!" demiştim ona. Sonra da adını sormuştum. "Ben Elif.Senin adın da Can. Bu arada Can kahvaltını genellikle donunla mı yaparsın?" Adını bilmediğiniz bir kadınla sevişiyorsanız bunun iki anlamı vardır. Ya o kadını hayatınız boyunca unutamazsınız ya da o günün ardından o kadını hatırlamazsınız. Ben ilkini seçmiştim. Birbirini tanıma çabaları, keşfettiğin ortak noktaların, beraber edilen kahvaltılar, sarmaş dolaş izlenilen filmler, sana zamanın durduğunu hissettiren sevişmeler, "beni hiç bırakma"lar... Hiç bitmeyecek sanıyorsunuz ama bitiyor. O mükemmel geçen iki senenin ardından yavaş yavaş kendimizi tekrar etmeye başlamıştık. "Kimin istediği restorana gidilecek, kimin istediği film izlenecek?" tartışmaları başlamıştı. Daha sonra "sen beni sevmiyorsun"lar, "benimle ilgilenmiyorsun"lar geldi. Kavgalar, bağrışmalar, küfürler... Galiba hayat sürekli mutlu ve huzurlu olmak için çok acımasızdı ya da biz elimizdekinin kıymetini bilememiştik. Bildiğim tek gerçekse herkesin bir gün gideceği. Bütün insanların öleceği gibi, goncaların hiçbir zaman açmayacağı gibi, bütün ilişkiler de bir gün sona erecekti. Kırıcı ve ağır sözlerin söylendiği bir tartışmadan sonra vurmuştu Elif son yumruğu. "Sen hayatımda gördüğüm en bencil en egoist piçsin. Bitti. Siktir git bu evden!" Biz erkekler doğru zamanda gelmeyi beceremesek de doğru zamanda gitmeyi beceririz. Nasıl istersen deyip çıkmıştım evden. Bugüne kadar geçen iki haftada ne o beni aramıştı ne de ben onu. Onun aradığını gördüğümde alışmaya çalıştığım onsuzluğun, kabullenemeyeceğim bir olgu olduğunu hissetmiştim. O kapıdan çıkmamın ne kadar yanlış olduğunu, o kapıyı tekrar çalmamamın acizlik olduğunu fark etmiştim. "Görüşebilir miyiz?" demişti Elif telefonu açar açmaz. "Elbette" diye cevap vermiştim. "Seni özledim.Nasılsın?". "Bu akşam onda Kadıköy Baylan'da" deyip kapatmıştı Elif telefonu. Olsun sonuçta beni görüşmek için o aramıştı. Bu beni özlediğini göstermez miydi? Kesinlikle gösterirdi. Bundan emindim. Garsonlardan biri yanıma gelmişti. "Pardon adınız Can mı acaba beyefendi?". Garsonun yanıma gelirken getirdiği valizi yeni fark etmiştim. "Evet" dedim. Bunu söylerken umduğum şeyin gerçek olmaması için yalvarıyordum. "Bir hanımefendi gelip bıraktı bunu az önce. Size vermemizi söyledi." Anlamsızca adamın yüzüne bakıyordum. "Bir de bu zarf var efendim." diye ekledi garson. Zarfı alıp "Bir çay alabilir miyim? Bir de küllük istemiştim." dedim. Gözümden akmaya meyilli yaşları tutmak zorundaydım. Çayımı içip buradan çıkmak zorundaydım. Zarfı açtım. Dört cümlelik bir veda mektubuydu bu. Kendime iyi bakacakmışım. Böyle bitirmişti Elif yazdığı kısa paragrafı. Dört cümlelik bir veda mektubu, bir valiz dolusu eşya, bir ömre yetecek kadar anı... Garson çayımı ve küllüğü masaya bırakırken "Afiyet olsun beyefendi" dedi. Teşekkür etmeye, insanlara kibar görünmeye mecalim yoktu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Kafamı valizin durduğu sol tarafa doğru çevirdim. Benimle beraber yan masada oturan kadının da valize baktığını fark ettim. Tahmin etmesi zor değildi. Ortada görünmeyen bir kadın, onun tarafından bırakılmış bir valiz ve zarf üstelik bir de masada oturan yalnız bir adam varsa bu terk edilmişliğin göstergesidir. Elbette insanlar bunu merak eder. Elif büyük bir tevazu gösterip benim eski ve kırık olan valizim yerine kendi valizini göndermişti bana. Bu kırmızılığı nerede görsem tanırım. Odamızda,Elif 'in kullandığı giysi dolabının üstünde duran valizdi bu. Kadının bakışlarını normal karşılasam da rahatsız olmuştum. Terk edildiğinizi bilmek ile terk edildiğinizin bilinmesi arasında bir fark vardır ve bu fark canımın daha çok yanmasını sağlıyordu. Çayımı içmeden oradan kalkmaya karar verdim. Son iki haftadır kaldığım motele dönmeliydim. Elimde kırmızı bir valiz, cebime koyduğum bir veda mektubu... En kötüsü de artık bütün ihtimallerin yok olduğunun bilincinde olmamdı. Kendimi tanıyordum. Artık alışmam ve anlamam gereken bir ayrılığın ana kahramanıydım. Hesabı istedim. Çayın yedi lira olduğu bir yerde kahve altlığının üstünde gelen hesap adisyonu beni şaşırtmıştı. On lira bırakıp paranın üstünü beklemeden mekandan çıktım.


 

              küçük adam

10 Mart 2018 Cumartesi



                              ESİRGE VE BAĞIŞLA



      kırılmışlıklarını anlatırken hiç kırmamış gibi
      konuşuyor insan
      sevgisiyle övünürken hiç sevilmemiş gibi
      insan kusursuz mu
      kusurluyuz ya elbet
      öbek öbek toplanıp çıktık mı hiç dağlara
      bir ağacın altına yaslanıp
      uyumamışken ben daha
      nasıl anlatabilirim gayemin yaşamak olduğunu
      tavrım sıradan
      çabalarımsa hakikat için
      hakikat
      vazgeçilmiş aşkların
      uğruna kelepçe yenilmiş sevdaların
      bir kuşluk vakti gömülmesidir
      ya Rab
      affet
      affet ki kurtuluşumuz muvaffak olsun
      esirge ve bağışla
      kendi adınla
      kendi yüce adınla


                küçük adam

6 Mart 2018 Salı




YALNIZLIK ÖMÜR BOYU



Çalar saatin sesini duyduğunda güne yenilmiş olarak başladığının farkına vardı Cevdet.İnsan en gelişmiş yaratık olarak bilinir bu dünyada.Atlanılan noktaysa en gelişmiş olarak bilinen bu canlının ne zaman uyanacağına çalar saatlerinin karar veriyor olması.Çalar saatler  bizlere "Uyan!" diyordu ve içinde hala biraz zaman uyku kalan göz kapaklarımız isteksizce açılıyordu.Böyle hissetmişti Cevdet.Zorunluluklar ona göre yaşamı kısaltırdı.Belki bu yüzden direnmeden kalktı yatağından.Dün gece uyumadan yatağın altına koyduğu çoraplarını aldı ilk önce.İstanbul'un soğuğu sabahları daha çok hissediliyordu ve doğal gaz faturasına direnmek ülke şartlarında en azılı muhalif için bile kolay sayılmazdı.Evden çıkmak için on beş dakikası vardı.Günlük rutinini harfiyen yerine getirdi.Yüzünü yıkadı,dişlerini fırçaladı,işedi.Geriye kendi keyfine bağlı olan giyinme kısmı kalmıştı.Üstünü giyindikten sonra evden çıktı.Bir sigara yakıp durağa doğru yürümeye başladı.İlkbaharın ilk günleri,sonbaharın son günlerine benzer.Kaldırımlarda ve yollarda; yere düşen yapraklar,genellikle sabaha karşı yağan yağmurlardan kalma biraz ıslaklık ve günün karanlığında sıcacık yataklarını terk eden insanların içlerinden dökülen yaraların izleri vardır.Bu yaralara dokunmak,hissetmek her insanın harcı değildir.Zarif gömlekler zarif adamlara;çirkin gömlekler çirkin insanlara yakışır.Yaralarsa çirkin gömlekli çirkin insanlar için ayrılmış ayrıcalıklardır.Cevdet önce otobüsle Üsküdar Sahil'ine inmiş oradan da vapurla Beşiktaş'a geçmişti.Şimdi vermesi gereken bir karar vardı.Ya büsbütün kirlenmiş toplumun içine girip okula gidecek,önceden senelik kirasını ve depozitosunu peşin verdiği en arka sıraya oturup,boş bakan gözlerle hocasını anlamaya çalışacak ya da okula gitmediği günlerde ruhuna vakit ayırmak için uğradığı kafede kitap okuyacaktı."Bugün acı lazım." diye geçirdi Cevdet zihninden."Bugün kavrayamadığım varoluşuma zorluk çıkartmalıyım."Bu okula gideceği anlamına geliyordu.İnsanlar genellikle acıya ve mutsuzluğa ihtiyaç duyarlar.İnsanlar mutsuzluğu en çok mutlu oldukları zamanda ararlar.Bu tamamı ile yaratılışımızın kibrinden kaynaklanır.-yaratılışımızın kibri yaratıcımızın kibri nedenlidir-Rivayete göre Tanrı insanı yaratmadan kendi kendine bir toplantı yapmış ve çıkardığı KHK'lar ile insanı, varlığı ve sahip olduklarıyla yetinemeyen bir canlı olarak yaratmış.Yapılan bu toplantının biçiminin tartışmaya açık olduğunu düşünsem de Tanrının tartışılmaması gerektiği bütün dinlerin,yaşamın ve laik ilkokul eğitiminin ilk öğretisidir.Cevdet bugün okula yürümeye karar vermişti.Böylece birkaç şarkı daha fazla dinleyebilecek ve az da olsa spor yapmış olacaktı.Doktoru son kontrolünde az hareket etmesinin onun için iyi olmadığını,kendini çok zorlamamak koşulu ile sporun onun için yararının bile olabileceğini söylemişti.Cevdet doktorları-bazı zamanlar-dinlerdi.Zaten okul sınırından itibaren mülteciliği başlamayacak mıydı?Şimdi özgürlüğün tadını çıkartmalıydı.Kulaklığını takıp kalabalığın arasında kaybolmaya çalıştı ancak birdenbire yanından geçen üç kişilik bir arkadaş grubu dikkatini çekti.Üç hanımefendi sokakta yürüdüklerine ve çevrelerindeki insanlara aldırmadan kendi aralarında yüksek sesle gülüp konuşuyordu.Cevdet kulaklığını çıkartmadan müziği kapattı.Yürüyüş temposunu onların hızına göre ayarlayıp onları dinlemeye başladı.Dünya tarihindeki bütün diktatörlerin ortak bir noktası vardır.Bu ortak nokta halkı gizlice dinleyip,kontrol altında tutmaktır.Eski çağlarda krallar,padişahlar hatta peygamberler bile dini,siyasi ve sosyal sebeplerle bu yöntemi kullanmışlardır.Gelişen teknoloji ile yöntem değişmiş olsa da bu böyle süregelmiş ve süregelmeye de devam etmiştir.Örneğin Hitler hem kendi düşmanlarını hem de kendi halkını dinlemek,bilgi toplamak için özel bir istihbarat birliği kurmuştur zamanında.Bush'un ise FBI vasıtasıyla bütün ülkenin telefonlarını dinlettirdiği dünya çapında büyük bir infial yaratmıştı hatırlarsanız.Cevdet bir diktatör değildi.İnsanları dinlemesindeki amaç onları kontrol etmek de değildi.O anlayamadığını anlamak için çaba sarf ediyordu.Yöntemleri tartışılabilirdi ama bunu neden yaptığı sorgulanamazdı.Çocukluğundan beri onu içine almak istemeyen toplumun ona kızmaya hakkı yoktu.Önünde yürüyenlerin konuşmalarını rahatlıkla duyabiliyordu Cevdet.Konu kadın-erkek ilişkileriydi.Onları dinledikçe konuştukları mevzunun komik olmadığına karar verdi.Bu kesinlikle irdelenmeliydi.Bunu ileride yazılabilecek bir malzeme olarak görmüyordu Cevdet.Önünde yürüyen insanlar bir şeyler konuşup gülüyorlardı ve konuştukları gülünecek bir şey değildi.Komik olmayan konularda gülen insanların durumu da komik olarak nitelendirilemezdi.Bu ciddi bir durumdu."Hayır!" dedi içinden Cevdet."Bu durum absürt.Kesinlikle ne yaptığımı bilmiyorum ben."Sakin kalmalıydı.Bunun farkında olduğundan hemen kendini toparladı.Hanımefendiler şık giyimliydi.Saçları bakımlı,yüzleri makyajlıydı.Cevdet üçünün de bu buluşmadan önce kuaföre gittiğine bahse girebilirdi.Kızlar aralarında "nereye oturalım" diye konuşurken Cevdet o an kararını verdi.Onları takip edecekti.Okul boştu.O sıkıcı derslerden ne öğrenebilirdi ki zaten? Hayat dışarıdaydı onun için.Yalnızlığını ancak böyle olaylar yardımıyla gizleyebilirdi.Yalnızlık yaftası kolay kazanılmazdı,zor bir süreçti bu.Ancak kazanıldıktan sonra yalnızlığa alışmak kolaydır.Cevdet bunun bilincindeydi.Şu an yaşadıkları onun için gayet sıradandı.Önündeki grubun sokak üstünde bulunan üç katlı,yeni açılmış bir kafeye girdiğini gördü.Birkaç gün önce fark etmişti burayı zaten Cevdet.İdeolojik açıdan zayıf,kar amacı yüksek ama dışarıdan hoş görünen bir yerdi burası.Mekan neredeyse bomboş sayılırdı.Sabahın erken saatlerinin ve kafenin yeni açılmasının avantajıydı bu.Hanımefendilerin oturduğu masanın iki arkasına oturdu.Çantasından sigarasını,çakmağını ve kitabını çıkardı.Kitap okuyacaktı.Bu hanımefendilerin daha rahat konuşmasını sağlar diye düşünüyordu.Garson ilk olarak onun yanına gelip menüyü uzattı ve ne istediğini sordu.Cevdet menüye bakıp gülümsedi."Osmanlı kahvesi,lütfen."dedi.Garson elindeki diğer menüleri hanımefendilerin masasına bırakıp dört beş adım geri çekildi.Cevdet kitabına başlamıştı.Gözü şiir kitabında kulağıysa ön masadaydı.Biraz zaman sonra hanımefendilerden biri garsona seslendi.
-Menüde yiyecek bir şeyler göremedim de...
Garson araya girdi.
-Maalesef hanımefendi.Yeni açıldığımız için şu anda yiyecek olarak bir hizmetimiz yok.
Ancak hafta başından itibaren aşçımız bizimle beraber olacak.

Cevdet'in hoşuna gitmemişti bu.Hanımefendiler bir süre kendi aralarında konuşup kalkmak için hazırlık yapmaya başladı.Cevdet sinirlenmişti."Neden açsınız siz!" diye söylenmeye başladı içinden.Kader yine örmüştü ağlarını.Hanımefendiler kafeden kalkıp kalabalığın içinde kayboldular.Cevdet ise yalnızlığın keyfini amaçsız olarak söylediği bir kahve ve güzel bir şiir kitabı ile sürmek zorunda bırakılmıştı...


Küçük Adam