12 Mart 2018 Pazartesi
CAN
Baylan pastanesine girerken yol boyunca hissettiğim tedirginliği üstümden atamamıştım. Kenarlarında işlemeler ve oymalar bulunan tahta kapıyı biraz güç uygulayarak ittirdim ve içeri girdim. Kadıköy'ün ortasında burjuvazi,mazisi olan,daha önce duyduğum ama hiç gelmediğim bir yerdi burası. İçeriye girer girmez hemen sağ tarafımda sergilenen şekerlemeler ve benden iyi giyimli bir garson karşıladı beni. İçimden buranın bana fazla olup olmadığını sorgulamaya başlamıştım bile. Gözüm sol tarafımda bulunan çerçevelere kaydı. Buraya gelen ünlü isimlerin; önemli şarkıcıların,oyuncuların ve siyasilerin fotoğrafları vardı. Bu fotoğraflar popüler olan mekanların halka caka satma taktiği olarak adlandırılabilirdi. Pastanenin girişi dardı. Sol tarafta çerçevelerin altından başlayan tek taraflı masalar, tatlıların,pastaların ve diğer şekerlemelerin servise hazır olarak beklediği dolabın bitimiyle beraber çift taraflı olarak devam ediyordu. İçeri girdiğimde beni karşılayan iyi giyimli,esmer garsona sigara içebileceğim açık bir alanları olup olmadığını sordum. "Lütfen dümdüz ilerleyin beyefendi masaların bitimiyle beraber göreceğiniz kapı bahçemize açılıyor." cevabını aldım. Gömleğinin üstündeki yaka kartından adının Salih olduğunu anladığım garsona teşekkür ederek bahçeye doğru ilerledim. Bahçeye açılan kapı otomatikti. Pastanedeki masaların,sandalyelerin,çay bardaklarının ve tatlı tabaklarının verdiği romantizm bir anda uçup gitmişti. Bahçede yaklaşık olarak on tane masa bulunuyordu. Saat geç olmasına rağmen kalabalık bir topluluk vardı burada. Sağ taraftan yürüyerek en sonda bulunan masaya sırtımı insanlara verecek şekilde oturdum. Hemen masanın üstündeki menü dikkatimi çekti. Pastane Cumhuriyet ile yaşıttı. Menünün en üstünde bulunan logodan bunu anlamak mümkündü. Ancak bundan daha çok garipsediğim şey çayın yedi lira olmasıydı. Ah Elif! Acaba bilerek mi burayı seçmişti? Söylediği sözler yetmezmiş gibi bir de bununla mı canımı yakmaya çalışıyordu? Kafamdaki kasveti sipariş almak için yanıma gelen garson dağıtmıştı. "Ne alırdınız beyefendi?" Garsona doğru dönüp cevap verdim. "Şimdilik bir şey almayayım lütfen. Bir arkadaşımı bekliyorum.Yalnız bir küllük getirirseniz sevinirim." Neden bir arkadaşımı beklediğimi söylemiştim ona? Yalnızlığımı gizlemek için miydi yoksa şimdilik veremediğim siparişi meşru kılmaya mı çalışıyordum? Ya da sorulması gereken ilk soru, Elif benim arkadaşım mıydı? Hayır değildi. Ne zamandan beri terk eden kadınlar terk edilmiş adamlara arkadaş olmuştu? Saatime baktım. Konuştuğumuz saati on beş dakika geçmişti. Beraber olduğumuz dönemde genelde Elif beni beklerdi. Hayat bazı zamanlar rolleri değiştiriyordu. Değişmeyen tek şey ise birileri beklerken birilerinin hep geç kalmasıydı. Üç yıl önce tanışmıştık Elifle. Taksimde bir barda, o arkadaşlarıyla eğlenirken ben tek başıma sarhoş olmaya çalışmak ile meşguldüm. Anlaşılan sarhoş olmayı becermiştim ki sabah uyandığımda yabancı bir evde,yabancı bir yatakta bulmuştum kendimi. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken o zarif,insanı içine hapseden ve tekrar tekrar beynimde yankılanan sesi duymuştum. "Uyanmışsın,kahvaltı hazır." Şaşkınlığımın derecesi daha da artmıştı. Kapının önünde kestane kahverengisi saçları,deniz mavisi gözleriyle bana bakan bir yabancı. Kalkmamı beklemeden içeri doğru yürümüştü Elif. Ben de hızlıca yataktan kalkıp onu takip etmiştim. Küçük ama şirin bir evi vardı. Duvarlarda tablolar, amerikan mutfağı olan bir salon, salonda bir yemek masası, içinde sayamayacağım kadar kitap ve ansiklopedi olan bir kütüphane. İlk başta dikkatimi bunlar çekmişti. Elif çayından bir yudum alırken masaya oturmuştum. Siyah ve yeşil zeytinler, kıpkırmızı domatesler, mevsimi olmasa da pek kötü görünmeyen jülyen doğranmış salatalıklar, yumurta, bal, tereyağı... Özenle hazırlanmış bir sofraydı. Benim ona bir şey sormama fırsat vermeden o girmişti lafa "Şimdi sen bana ne olduğunu soracaksın. Biliyorum. Ama sorma. Ben de tam olarak ne olduğunu hatırlamıyorum. Takside kustum onu hatırlıyorum. Çok utanıyorum o yüzden kusura bakma. Normalde kolay kolay kusmam. Barda biraz sohbet ettik,eğlendik,taksiye bindik,kustum ve sonrası yok. Bir de anlamışsındır belki ama sevişmişiz dün gece." İstemsizce "Ne hoş!" demiştim ona. Sonra da adını sormuştum. "Ben Elif.Senin adın da Can. Bu arada Can kahvaltını genellikle donunla mı yaparsın?" Adını bilmediğiniz bir kadınla sevişiyorsanız bunun iki anlamı vardır. Ya o kadını hayatınız boyunca unutamazsınız ya da o günün ardından o kadını hatırlamazsınız. Ben ilkini seçmiştim. Birbirini tanıma çabaları, keşfettiğin ortak noktaların, beraber edilen kahvaltılar, sarmaş dolaş izlenilen filmler, sana zamanın durduğunu hissettiren sevişmeler, "beni hiç bırakma"lar... Hiç bitmeyecek sanıyorsunuz ama bitiyor. O mükemmel geçen iki senenin ardından yavaş yavaş kendimizi tekrar etmeye başlamıştık. "Kimin istediği restorana gidilecek, kimin istediği film izlenecek?" tartışmaları başlamıştı. Daha sonra "sen beni sevmiyorsun"lar, "benimle ilgilenmiyorsun"lar geldi. Kavgalar, bağrışmalar, küfürler... Galiba hayat sürekli mutlu ve huzurlu olmak için çok acımasızdı ya da biz elimizdekinin kıymetini bilememiştik. Bildiğim tek gerçekse herkesin bir gün gideceği. Bütün insanların öleceği gibi, goncaların hiçbir zaman açmayacağı gibi, bütün ilişkiler de bir gün sona erecekti. Kırıcı ve ağır sözlerin söylendiği bir tartışmadan sonra vurmuştu Elif son yumruğu. "Sen hayatımda gördüğüm en bencil en egoist piçsin. Bitti. Siktir git bu evden!" Biz erkekler doğru zamanda gelmeyi beceremesek de doğru zamanda gitmeyi beceririz. Nasıl istersen deyip çıkmıştım evden. Bugüne kadar geçen iki haftada ne o beni aramıştı ne de ben onu. Onun aradığını gördüğümde alışmaya çalıştığım onsuzluğun, kabullenemeyeceğim bir olgu olduğunu hissetmiştim. O kapıdan çıkmamın ne kadar yanlış olduğunu, o kapıyı tekrar çalmamamın acizlik olduğunu fark etmiştim. "Görüşebilir miyiz?" demişti Elif telefonu açar açmaz. "Elbette" diye cevap vermiştim. "Seni özledim.Nasılsın?". "Bu akşam onda Kadıköy Baylan'da" deyip kapatmıştı Elif telefonu. Olsun sonuçta beni görüşmek için o aramıştı. Bu beni özlediğini göstermez miydi? Kesinlikle gösterirdi. Bundan emindim. Garsonlardan biri yanıma gelmişti. "Pardon adınız Can mı acaba beyefendi?". Garsonun yanıma gelirken getirdiği valizi yeni fark etmiştim. "Evet" dedim. Bunu söylerken umduğum şeyin gerçek olmaması için yalvarıyordum. "Bir hanımefendi gelip bıraktı bunu az önce. Size vermemizi söyledi." Anlamsızca adamın yüzüne bakıyordum. "Bir de bu zarf var efendim." diye ekledi garson. Zarfı alıp "Bir çay alabilir miyim? Bir de küllük istemiştim." dedim. Gözümden akmaya meyilli yaşları tutmak zorundaydım. Çayımı içip buradan çıkmak zorundaydım. Zarfı açtım. Dört cümlelik bir veda mektubuydu bu. Kendime iyi bakacakmışım. Böyle bitirmişti Elif yazdığı kısa paragrafı. Dört cümlelik bir veda mektubu, bir valiz dolusu eşya, bir ömre yetecek kadar anı... Garson çayımı ve küllüğü masaya bırakırken "Afiyet olsun beyefendi" dedi. Teşekkür etmeye, insanlara kibar görünmeye mecalim yoktu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Kafamı valizin durduğu sol tarafa doğru çevirdim. Benimle beraber yan masada oturan kadının da valize baktığını fark ettim. Tahmin etmesi zor değildi. Ortada görünmeyen bir kadın, onun tarafından bırakılmış bir valiz ve zarf üstelik bir de masada oturan yalnız bir adam varsa bu terk edilmişliğin göstergesidir. Elbette insanlar bunu merak eder. Elif büyük bir tevazu gösterip benim eski ve kırık olan valizim yerine kendi valizini göndermişti bana. Bu kırmızılığı nerede görsem tanırım. Odamızda,Elif 'in kullandığı giysi dolabının üstünde duran valizdi bu. Kadının bakışlarını normal karşılasam da rahatsız olmuştum. Terk edildiğinizi bilmek ile terk edildiğinizin bilinmesi arasında bir fark vardır ve bu fark canımın daha çok yanmasını sağlıyordu. Çayımı içmeden oradan kalkmaya karar verdim. Son iki haftadır kaldığım motele dönmeliydim. Elimde kırmızı bir valiz, cebime koyduğum bir veda mektubu... En kötüsü de artık bütün ihtimallerin yok olduğunun bilincinde olmamdı. Kendimi tanıyordum. Artık alışmam ve anlamam gereken bir ayrılığın ana kahramanıydım. Hesabı istedim. Çayın yedi lira olduğu bir yerde kahve altlığının üstünde gelen hesap adisyonu beni şaşırtmıştı. On lira bırakıp paranın üstünü beklemeden mekandan çıktım.
küçük adam
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder