26 Eylül 2018 Çarşamba


Elif Zeyno'ya ve
Benden çok uzaklarda, benden çok önceden beri var olan, benden sonra da var olmaya devam edecek Eğri Ağaç'a


                                                  CEVDET'İN CİĞERLERİ SU İLE DOLDU

Akşama doğru portmantodan siyah yün ceketini alıp dışarı çıktı. Kapıyı kilitleyip anahtarı kapıcı Sami Bey'e bıraktı. Ona uzunca bir süre geri gelmeyeceğini, ailevi sebepler yüzünden memleketine dönmesi gerektiğini söyleyip arada bir yukarı çıkıp çiçeklere su vermesini rica etti. Apartman kapısından dışarı çıktıktan sonra otobüs durağına doğru yavaş adımlarla yürüdü. Dün yağan kuvvetli yağmurdan dolayı çöken asfalta bakıp gülümsedi, aynı anda içinden söylenirken. Üç ay önce, eskiyen ve arada sorun çıkaran su borularının değiştirilmesi için çalışma yapan belediye ekipleri, bütün sokağın altını üstüne getirmiş ardından da neredeyse bütün mahalle yeniden asfaltlanmıştı. Üç ay gibi bir sürede, yeni yapılan bir yolun yağmur nedeniyle böylesi zarar görmesi akıl alır gibi değildi. On dakikalık bir bekleyişten sonra otobüs sokağın başında görülmüştü. Otobüse binip bulduğu ilk boş koltuğa oturdu. Çantasından çıkardığı kitabını okumaya başladı. Kapağı arkalı önlü simsiyah olan bu kitabın önünde küçük harflerle kitabın adı yazıyor, yazar bilgisi bile kapakta kendine yer bulamıyordu. Üç köy çocuğunun, büyüme dönemlerine ışık tutan bu  kitap aynı zamanda taşra hayatına dair sosyolojik bir çözümleme getiriyordu insanların önlerine. Taşra hayatı, özenilen gözlerle, dışarıdan bakılarak çözümlenemezdi. Çünkü taşrada her an önemliydi. Taşranın yürüyen merdivenleri yoktu üzerinde durulacak, onun yerine kayalıklar vardı, taştan yapılmış evler ve yollar vardı. Taşrada hayat asla düz zemine oturmazdı. Otobüsten Beşiktaş sahilinde inip boş bulduğu bir banka oturdu. Aralıklarla saatine bakıp zamanı kontrol ediyordu. Çok yapmazdı, yeni yeni alışkanlık edinmişti saatini kontrol etmeyi. Önceleri hava aydınlandığında anlardı sabah olduğunu. Uyurdu o vakit. Ne zaman ki siyah tişörtünün rengine bürünürdü gökyüzü, o zaman uyanır, siyah ceketini alıp dışarı atardı kendini. Var olmanın ilk şartıdır kalabalığa karışmak; yok olmanın ilk belirtisiyse onca kalabalığa rağmen yalnız olabilmektir. Nasıl mı yok olur insan? Cevdet gibi işte. Doğar, büyür ama öyle büyür ki kendi ölümüne karar verebilecek olgunluğa ulaşır ve yok olur. Bu üçünün arasında sever, aldatır, aldanır. Ancak insanı yok eden bunlar değildir. Aksine varlığın devamı hem iyiliğe hem kötülüğe ihtiyaç duyar. Aldatmaktan da aldanmaktan da beslenir. Sevmek de yaşamı uzatır, nefret etmek de. Acı öldürmez, acı intihara sürüklemez. İnsanı boşluklar yok eder. Nefretsizlikten ölür insan, artık sevmekten bıktığında, hiçbir şey hissetmediğinde ölür insan. Bütün bunlar kafasını kurcalarken, çalan telefonun sesi irkilmesine sebep oldu Cevdet'in. Telefonunu cebinden çıkarıp oturduğu bankın hemen sağında bulunan çöp kutusuna attı. Tarihin tozlu sayfalarında yer alacaktı bu arama artık. Tarihin o tozlu sayfaları hatırlanmazdı. Kimse ölenleri, tecavüze uğrayanları, gasp edilenleri hatırlamazdı. Cevdet hatırlardı. Buharalı çobanı, Afrikalı büyücüyü, Hisar'ın delisi Mahsun'u hatırlardı Cevdet. Zaten bu farkındalık bitirdi onu. Bu farkındalık olmasaydı geceleri uyurdu herkes gibi, sabahları kalktığında kahve içip okuluna giderdi ardından. İnsanlar vardı çevresinde. İnsanlar hep olur. Hemen önünde denize biraz daha yakın oturan sevgililer vardı. Onların hemen sağında, hararetli bir tartışmanın içinde olan iki yaşlı adam öne çıkıyordu kalabalığın arasında. Biraz kulak kabartınca basit bir futbol muhabbetinden doğduğu anlaşılıyordu bu koca gürültünün. Birbirini seven iki insan, ölümünün yanı başında sıranın kendisine gelmesini bekleyen Cevdet, boş tartışma konularıyla iki yaşlı adam... Saygı duyulması gerekenin ölüm olması lazım gelirdi. Cevdet bu hadsizliğe son vermeye karar verdi. Çantasını oturduğu yerde bırakarak yürümeye başladı. Önce Cevdet yanlarından geçerken dudakları birbirine değen sevgilileri ardından bira ve cips eşliğinde hayata meydan okuyan kaykaycı gençleri geride bıraktı. Biraz daha yaklaştı. Birbirini izleyen saniyeler, karşı sahilden duyulan ayak sesleri, son iki ve boşluk... Suyun içinden duyulan çığlık sesleri, bağrışmalar, yanından geçen küçüklü büyüklü balıklar, kanını donduran soğuk...



küçük adam

20 Eylül 2018 Perşembe


                                                              ONUN ADI PAVLOV


Öldürdüğüm herkesi, bütün ölümlerimi anlatacağım demiştim teker teker. Benim adım Pavlov. Japon balıklarından, klasik müzikten ve insan bedeninin yavaş yavaş kendi kendini öldürmesini izlemekten hoşlanırım. Ben bir deli değilim. Bir danışanım ben. Psikoloğum böyle adlandırıyor beni. İnsanlar, insanları hep işine geldiği gibi sınıflamıştır bugüne kadar. Her şey güç sahiplerinin işine geldiği gibi olur. Ölümler, enflasyon oranları, hükümet seçimleri, hangi gün sevişileceği, hangi günler tanrıya tapılacağı... Hepsini bizi sömüren omurgasızlar planlar yerimize. Ancak anlatmam gerekenlerin sistemin tepesindeki beyaz yakalılarla ilgisi yok. Ben size sisteme dahil olamayanları anlatacağım. Sevişecek kimsesi olmayanları, şarabı şişeden içtiğinde karşı çıkacak kimsesi olmayanları, gece kirli bir saatte kanlı bir sokakta yalnız yürümekten korkmayanları, ölmeyi göze almışları, zaten ölmüş olanları anlatacağım ben size. Benim adım Pavlov, korkmuyorum yaşımı söylemekten. Artık korkmuyorum dünyaya kendimi anlatmaktan. Anlatacağım. Hayır yardım istemiyorum sizden. Bu boğulacağını anlayan bir adamın, çevresine son bir defa daha bakıp suyun üstünde tutunacak bir dal aramasından çok daha yüce. Benim adım Pavlov, yirmi altı yaşındayım. İlk kez öldürdüğümde dokuz mum vardı galiba pastamın üzerinde. Mavi, kırmızı, sarı ve yeşil çizgileri olan dokuz adet mum. Büyük bir parti... Annesi aylar önce ölen bir çocuğun ilk doğum günü partisi, annesinin cenazesinden kalabalık olmalıdır. Bu bir gelenek. Annesi ölen çocuklar derneği tarafından bilmem kaç yılında geçmiş tüzüğe. Bütün akrabalarım, bütün komşularımız, komşularımızın aptal çocukları, o adam, abim ve sevgili portakal. Oradaydı hepsi o gün. Benim için oradaydı bütün dünya. "Annen öldü ama biz buradayız." demek için. Şimdiki aklım olsa bir yerlerden patlayıcı bulur ve bütün o kalabalığı annemin yanına gönderirdim. "Annem öldü, siz de gidin onun yanına." derdim arkalarından. Sonra kocaman bir kahkaha atar ve soğuk bir bira açardım kendime. Herkes evimizin bahçesinde benim doğum günümü kutlarken, ben evimizin yakınında bulunan, gözlerden uzak, sahiplerinin uzun süredir uğramadığı bir bahçenin içinde ilk kanımı akıtıyordum. Bir karınca sürüsünün yuvasına kolonya döküp aleve vermiştim hepsini. Daha sonra eve dönüp doğum günü pastamın mumlarını üflemiştim. Mumların yarısını bile söndürmeye yetmemişti gücüm. O gün anlamıştım. Yakmak, söndürmekten daha kolaydı. Ben hep yaktım o günden sonra. Hiç kimseye yardım etmedim, hiç kimseden yardım talep etmedim. Devam ettim kan dökmeye, anlayana kadar. Gerçek ölümün, gerçek bir katilin öldürmek için silaha ihtiyacı olmadığını anlayana kadar kan dökmeye devam ettim. Benim adım Pavlov, kan dökmeden katliamlar yapmayı siz insanlardan öğrendim. Yavaş yavaş girdim aranıza, iyi bir katil sabırla öldürür ve zaman hazzı arttırır. Yavaş yavaş kandırdım sizleri. Siz fark etmeden kurdum idam sehpasını evinizin en çok güneş gören odasına, siz fark etmeden mutfak dolaplarınızı ilaçlarla doldum. Şırıngayı ve uyuşturucuyu komodininizin üzerine ben koydum aslında. Sizi kiremitleri kırılmış, su akıtan çatının üzerine ben çıkarttım. Siz farkında olmadan ben öldürdüm sizleri. Benim adım Pavlov, ben bir deli değilim. Bir danışanım ben ve bir katil. Şimdi son oyunumu oynayacağım. Ardından sonsuza kadar kapanacak perde. Büyük alkışlar duyulacak yüce Pavlov için. Ayağa kalkıp, elleriniz ağrıyana dek alkışlayacaksınız beni. Sonrasında yalvaracaksınız teker teker sizlerden uzak durmam için. Söz veriyorum, zamanı geldiğinde acımayacağım hiçbirinize.



        küçük adam

19 Eylül 2018 Çarşamba




benim bütün acılarım, bütün yanılsamalarım
gecenin sessizliğinde arka arkaya sıralanıyor
darmadağın oluyor bu karanlık, yalpalıyor
bu yalnız ay, bu yalnız gökyüzü
hiç doğmamış bir bebeğin ağlamalarında gizli
diler miydim ben de doğmamış olmayı?
büyümeseydim belki de
plastik topum ve boncuklu silahımla
yaşça küçüklerimin peşinden koşsaydım bir oyun sanıp, öldürme telaşıyla
bir rastlantıdan yahut kader denen alın yazısından
bu kadar keder yüklenir miydi omuzlarıma
inanın ki yanmaz canım
bu ağrılar, bu uykusuz nöbetler, bu sessiz direnişler
son çırpınışlardır
gitme dememeyi öğrenen bir kalbin
aort damarından vücuduna yayılır kirli kanlar
kan kirli, deniz kirli, kirlidir gökyüzündeki yıldızlar
bir dedem inandırır beni saflığa, bir de annem
ne yazıktır ki onlar yanımda yoklar
işte bu yüzden ölüm bu kadar yakın ruhuma
Ölüm thanatos'un kollarında, bu kadar yüce, ışıltılı bir son doğururken bana
ben uyumadan önce, bir melek gibi üryan ve allah kadar günahsız ve yalnız
şeytan, gelirse rüyalarıma
uyandırmasınlar...



          küçük adam

10 Eylül 2018 Pazartesi





                                                                  KAPICI HAMDİ


Leylasız geçen birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü aydayız. "Leylasız geçen" kelime öbeğinin ne anlama geldiğini ben, kapıcı Hamdi ve Müslüm Gürses dışında birinin anlayabileceğini hiç sanmıyorum. Zor zamanlar bunlar Leyla. Artık seni arayamıyorum çünkü bir telefonum yok. Bu ayın kirasını ödemek için satmak zorunda kaldım onu ama bu bir sorun teşkil etmez çünkü sen kapıdan geleceksin. Saçların hala mavi mi Leyla? Ona göre hayal edeceğim kapıdan girişini. Düşünüyorum da havalar sıcak, kot eteğinin üstünde dar, kolsuz bir bluz; saçlarınla uyumlu pembe bir bluz Leyla. Kapıyı anahtarınla açıyorsun normal olarak çünkü burası bizim evimiz. Denizin ve Leylanın evi... Hamdi araya giriyor hemen. "Ya ben Denüz?" Beyaz ne güzel renk, insana huzur veriyor. Saatlerdir uzanıp tavanı izlediğim kanepemden, pardon kanepemizden Leyla, başımı kaldırıp Hamdi'ye dönüyorum. "Sen bu evin lanetisin Hamdi, sen benim lanetimsin." Üzülüyor, aldırmadan hayalime devam ediyorum. Kapıdan içeri girer girmez haykırıyorsun ismimi "Deniz, Deenizz..." duymuyorum çünkü içeride, çalışma masamda oturmuş Müslüm Gürses'ten Affet dinleyerek sana şiirler yazıyorum. Anlıyorsun. Unutma sakın Leyla. Kadınlar onlar için yazılan şiirleri uzaklık fark etmeksizin anlarlar. Yanıma gelip kulaklığı çıkartıyorsun önce kulağımdan. Ben geldiğinin farkındayım ama bozuntuya vermiyorum. Kokun Leyla, kokun beni yaşadığıma ikna ediyor. Ellerini gözlerimin üstüne götürüyorsun. Sesini değiştirerek soruyorsun "Bil bakalım ben kimim?" diye. Ah şu içindeki çocuk... "Ada sen mi geldin?" diyorum ben de seni kızdırmak için. Vuruyorsun tokadı Leyla. Dört parmağının izi çıkıyor yüzümde. Bir parmağın kayıp, nerede o parmak Leyla? Ada üstüme neredeyse bir okyanusu dökerek uyanmamı sağlıyor. Rüyaymış. Keşke yaşayacağım yıllarımı o rüyaya nakil edebileceğim bir alet geliştirse bilim adamları. "Sen mi geldin?" diyorum Ada'ya. "Hayır." diye cevap veriyor. O zaman bu da bir rüya olmalı diye düşünüyorum. Rüyanın içinde farklı bir rüya. Inceptionlanmak diyor günümüz ergenleri buna. Bu da bir rüyaysa ve ben tekrar uyursam belki de Leyla'yı tekrar görebilirim rüyamın içinde göreceğim rüyamda. Bu fikri gayet makul ve uygulanabilir buluyorum. Islak saçlarımı tekrardan yastığımın üzerine koyup saymaya başlıyorum. Bir Leyla, iki Leyla, üç Leyla, dört Leyla... Bu sefer ıslaklık sadece saçlarımda ve yüzümde değil. Ada iki bardakla gelmiş olmalı bu sefer ya da hissettiğim diğer ıslaklık size söyleyemeyeceğim farklı bir nedenden kaynaklı. Umursamıyorum. "Kalk artık Deniz. Şu evin haline bir bak, ben de gelmezsem öleceksin burada." Bu fikir de gayet makul ve uygulanabilir geliyor. "Gelme o zaman Ada." demekle yetiniyorum. Gözlerim açılıyor, ardından beynimi düşük güç modundan çıkartıp doğruluyorum. Ada elindeki çöp poşetiyle yerdeki şarap şişelerini, yemek artıklarını ve peçeteleri topluyor. "Çalışmıyorsun, görüşmeye çağırınca gelmiyorsun, düzgün yemek yemiyorsun ama neredeyse beş yüz metre mesafede bulunan tekele gidip şişe şişe şarap alabiliyorsun öyle mi Deniz?" Gülümsüyorum. Hamdi de gülümsüyor. "Tekel tanıdık. Sağ olsun Levent abi kendisi getiriyor." Ada az önce Levent abinin annesine mi küfretti bana mı öyle geldi? Hiç yakıştıramıyorum Ada'ya. "Zaten herkes birilerine sövüyor bu zamanda. Ağız dolusu küfürler, oraya koymalar buraya koymalar... Kişisel zaaflarımızı, güçsüzlüklerimizi küfürlerle, yüksek sesli hayırlarla, benim değil senin yanlışın varlarla kapatmaya çalışıyoruz." diyor Hamdi uzun süren sessizliğini bozarak. "Sus lan Hamdi, dalağını sikerim senin. Kapıcısın sen. Ada buradayken konuşma bir daha sakın."  Bugün ne yediğimi soruyor Ada daha sonra. Neden burada acaba, neden sürekli burada, neden arkamı topluyor? Belki de ona bir şiir yazmamı istiyordur. Genel olarak yemek yemediğimi söylüyorum Ada'ya. Ardından mutfaktan aldığım şarap şişesini getirip sehpanın üzerine bırakıyorum. "İçer misin?" "Olur." diyor Ada. Galiba ilk kez bu kadar ciddi bakıyorum yüzüne. Küt kahverengi saçları var. Kaşları ve kirpiklerinin altında yeşil gözler, iki tane var. Biraz Çarkıfelek sunucusu gibi düşündüm ama artık mazur görün. Evet bakıyoruz Leyla'nın Le'si, aaa hiç yok... Ada için bir kadeh getiriyorum. Geri dönüp bir kadeh daha getiriyorum ardından. Şaşırıyor. "Sen de mi kadehten içeceksin?" "Hayır." diye karşılık veriyorum. "Geçen geldiğinde senin kadehine şarap doldurduktan sonra şişeyi ağzıma dikmemden hoşnut olmamıştın. Bu yüzden bu iki kadehi de sana dolduruyorum. Böylece bir yerine iki kadeh şarabın olacak. Ben kibar bir adamım Ada." diyorum. Gülüyor. Bir şeyler anlatıyor bununla ilgili ama çok dikkat edemiyorum. Birden ciddileşiyor. Küfür ediyor galiba. İzlediğim bir film geliyor aklıma, okuduğum bir şiir, kimindi o Turgut Uyar galiba. Denge diyordu kendileri, "Sizin alınız al inandım, sizin morunuz mor inandım, tanrınız büyük amenna, şiiriniz adam akıllı şiir, dumanı da caba." Hayır hayır burası değil. Biraz daha ilerisinden girmeli lafa. Ada'ya dönüyorum. "Ada bir şiir var, hepsini okumak zor olacak. Dengemi bozma benim. Git evimden." Bunları söyledikten sonra Ada'ya bakmıyorum hiç. Ona bakarsam bir şeyler söyler. Sonrasında ben söylerim. Sonrasında tekrar o... Vücudumu kanepenin bütün yüzeylerine değecek şekilde yayıyorum. Her yere temas etmeliyim. Ardından gözlerimi kapatıp saymaya başlıyorum. Bir Leyla, iki Leyla,üç Leyla, dört Leyla..................................hiç Leyla...





                   küçük adam

5 Eylül 2018 Çarşamba



   
                                                                         RIZA


Kendisine sorulan soru karşısında ne cevap vereceğini bilemiyordu Rıza. Saatlerce  konuşabilir, saatlerce anlatabilirdi ona. İstanbuldaki yaşantısını, annesinin ölümünü, geçmişte
terk ettiği ailesini, babasını, abisini, dönerci Ali ustayı, orospu Derya’yı, daha iki hafta
önce apartmanda ölü bulunan Palyaço Sait’i, herkesi anlatabilirdi. Bilmiyorum,
demekle yetindi karşısında kestane kahverengisi saçları, sanki hiç makyaj yapmamış
gibi doğal gözükmesine olanak sağlayan no make up makyajı ve içindeki siyah
sütyeninin görünmesine neden olan beyaz bluzuyla oturan kadına. Anlatsaydı belki
de ona, ben buraya intihar etmeye geldim Berna deseydi. On günlük bir tatil: deniz,
kum, güneş üçlüsü... Uyanır uyanmaz başlayan, biradan sonra rakı veya şarapla
devam eden alkol dolu günler. On günün ardından kırk yedi yılın bütün acısını bıçak
darbeleriyle bileklerimden akıtma fikri... O zaman Berna o pahalı marka, yılan derisi
çantasını alır ve masadan kalkardı. Çok meze söylemişti, içilmesi gereken bir büyük
rakı vardı. Gerek yok, diye düşündü. Berna kalsın, zararı yoktu ki karşısında oturan
kadının. On günlüğüne geldiği tatil sitesinde onun kiraladığı evin tam karşısında
kalıyordu Berna. Otuzlu yaşlarının başında, alımlı bir kadındı. Çok soru sormasa
akıllı bile derdi Rıza onun için, onunla yemek yemek istemesine rağmen. Ama çok
soru soran insanların sorunları olduğunu çok öncelerde anlamıştı Rıza. O yüzden
başlamıştı soru sormamaya. Onun gibi düşünen başkaları varsa sorunları olduğunu
anlamasınlar diye. Berna istediği yanıtı alamadığından bir soruyla daha karşılık
vermişti Rıza’nın cevabına:

-Şimdi siz çok içiyorsunuz, ama neden çok içtiğinizi bilmiyorsunuz Rıza Bey öyle mi?
Sizden daha az tecrübeliyim belki yaşım nedeniyle ama çocuk değilim. Zevk için
diyebilirdiniz. Bazı sorunlarım var, kaçış yolu olarak görüyorum diyebilirdiniz. Uyku
problemim var, uyumamı kolaylaştırıyor diyebilirdiniz. Bilmiyorum demek, size bunun nedenini
söylemek istemiyorum demektir. Yanılıyorsam, lütfen söyleyin.

Rıza bıçağının yardımıyla tabağındaki kalamarı iki parçaya böldü. Eline çatalı
almadan rakısından bir yudum aldı. Ardından Berna’ya döndü
.
-Belki haklısınızdır. Belki de değilsinizdir. Olayların kendilerine görünen yüzüne
odaklanmayı çok sever insanlar. Mesela ben bu kalamarı böldüm ama yemedim. Siz
bunun için de bir sebep-sonuç ilişkisi kurmuşsunuzdur çoktan. Ancak bir realite
vardır ki o da şudur, her davranışın, her gerçekliğin bir bilinmezlik payı vardır. Ben belki size  bunları anlatmak istememekten ziyade bunları kendime tekrar duyurmak istemeyecek kadar
yorgunumdur. Ama Berna bence konumuz ben değilim. Senin benim hayatımla ilgili
sorduğun soruların içinde anlatmak istediklerin var. Sen ben de sana soru sorayım diye
soruyorsun aslında. Anlatmak istersen dinlerim ama senin de anlamış olduğun üzere ben
soru sormakla ilgilenmiyorum.

Rıza karşısındaki insana üstünlük kurduğunun farkına varmıştı. Berna’nın
suratındaki değişimi anlamamak için üstün çaba harcamak gerekirdi. Karşısındaki
adama saygı duyduğunu belli etmekten çekinmiyordu artık Berna. Rahatlamıştı. O
Rıza ile ilgilenmiyordu. Bu yemeği teklif etmesi, iki gündür belirli nedenlerle onu
araması, onunla aynı saatler kumsala inmesi... 

-Nasıl anladınız bunu Rıza Bey?

- Ben anlamadım Berna. Sen anlattın. Davranışlarınla, söylediklerinle sen hissettirdin bunları bana. Belki bu oyunu oynamadan anlatmamak için nedenlerin vardı. Bilemeyeceğim ama sorgulamayacağım da emin olabilirsin. Ancak şunu da bilmeni isterim ben kendine bile yararı olmayan bir adamım. Senin için yapabileceklerim seni dinlemekten öteye geçmeyecektir.

Berna gülümsedi. Rıza'ya uzun uzun baktı, iki elini iki yanağıyla birleştirirken, dirseklerini masanın üzerine yaslayarak destek aldı.

-Yalan söylüyorsunuz Rıza Bey. Ya da yanılıyorsunuz. Yalan söylemekle yanlış söylemek, yanılmak arasında fark vardır değil mi? Yoksa yanılıyor muyum? Anlatacağım. Siz de ilgiyle dinleyeceksiniz beni. Başınızdan savmak için değil sorunumu çözmek için yardım edeceksiniz bana.

Rıza sakalını ovuşturup denize doğru çevirdi yüzünü. Ayak diplerinden başlayıp sonsuza doğru giden Akdeniz'e baktı uzunca. Buraya geliş nedenini hatırladı daha sonra, kendi yaşamına son vermek, Akdeniz'in serin sularına akıtmak acıları, tam kırk yedi yıllık acı. Temizleyebilecek miydi acaba Akdeniz, yetebilecek miydi ona? Nasıl yetebilirdi ki?  Dünyanın bütün suları toplanıp gelse de üstüne acı hep bulurdu yolunu, hep kalırdı suyun üstünde. Rıza yüzünü Berna'ya dönmeden konuşmaya başladı.

-Bu öz güven bitirdi tanıdığım herkesi. Bu bilmişlik, bu götleri havada tavırlar. Küçümseyici konuşmalar, cahilliği kabul edemeyişler, yalnızlığı kabul edemeyişler, ölümden korkmalar... Şimdi bu masada kalmaya devam etmen için tek cümlelik hakkın var. Kusuruma bakma kaba bir adam değilim. Ama masada rakı varken kalkmam doğru  olmaz. Tatilimin bitmesine dört günüm var. İyi değerlendirmeye çalışıyorum. Şimdi seni dinliyorum Berna.

Berna arkasına yaslandı. Nefes alışverişi hızlanmıştı. Günlerce, aylarca, hatta yıllarca bir anın peşinden, tek bir dakikanın, tek bir konuşmanın peşinden koşmuş budalalara benzetmişti Rıza onun bu halini. Şimdi sigara yakacak diye düşündü Rıza içinden. Berna sigarasını almak için hareketlendiğinde Rıza ondan bir adım önde olduğunu  belli edercesine çakmağı yakıp Berna'ya uzattı. İlk içe çekiş, gökyüzüne karışan dumanlar, Rıza'nın uzunca sakallarının yüzüne verdiği tokluğu düşündü bir süre Berna.

-Sait'in kardeşiyim ben. Palyaço Sait'in kardeşiyim. Seni tanıyorum Rıza abi. Ne için burada olduğunu da biliyorum.

Rıza Berna'ya baktı. Gururu incinse de, canı yansa da, gözünde biriken yaşları akıtmayan insanlar vardır. Bazı insanlar ağlamazlar, bazı insanlarsa sadece ağlatırlar. Rıza herhangi bir şekilde bir kalıba sokulamayacak kadar çok acı çekmişti zamanla. Gözünden dökülen yaşları fark ettiğinde geç olduğunu da anladı Rıza. Çok geçti ağlamamak için, ağlatmamak için çok geçti. Kaçmaktan başka çözüm yolu kalmaz bazı zamanlar. Rakı bardağını alıp, Berna'ya, Yarın sitede görüşürüz, dedi ve masadan kalktı.





 küçük adam 


3 Eylül 2018 Pazartesi


   SESSİZ DİRENİŞ


Susmayı öğreniyorum usul usul bu zamanlar
Sessizliğimle konuşsun istiyorum insanlar
Bir kız çocuğunun lüle lüle örülmüş saçları gizliyor durgunluğumu
Elif Zeyno’nun örgülü saçlarıdır bu
Ölümü yaklaşmış yaşlıca bir adamın, torunlarının gözlerindeki umudu, öz umutsuzluğuyla hüzünlemesi kadar acınası kalmış ruhum 
Benim canım ruhum her ses çıkarışında incinmiş bugüne kadar
Bundan nedenli ne kadar duyarsam, işte o kadar sessizleşeceğim
Gitmekten ziyade özellikle kalmak için bir yerlerde
Süregelsin diye adı hayat konmuş bu oyun
Bir yara daha açılırsa 
Bir his bir hissi bıçaklarsa diye en kanlı yerinden üstelik
Susmak gereklilik halini alır 
Ömrün en konuşulması gereken yerinde
Öylece duracak bakın bu gemi
Öylece demir atmadan en bilindik sahillere


        küçük adam