27 Aralık 2018 Perşembe



              ÇOCUK VE ADAM


En ücra köşesine sığınıp hayatın
Islanmamayı diledim ölümlerimin ardında
Bir pişmanlık araladı kapıyı
Bir pişmanlık kapattı ardına kadar
Bütün ölü çocuklar
Benimle birlikte yaşarlar
Ölü bütün çocuklar!
Bütün yaşayan adamlar
Çocukluğumla beraber ölürler
Hayatta bütün adamlar!
Bir gecenin sinsi yalnızlığına dayanıp
Yanmamayı diledim ölülerimin ardında
Bir hayalet araladı kapıyı
Bir hayalet kapattı ardına kadar
Bütün çocuklar hayatta
Bütün adamlar öldü

21 Aralık 2018 Cuma





                        KÜÇÜK ADAM KAİMDİR



Kimden geliyorsa dilerim ona geri gitsin bu heyulalar
Arşınladım ben bana yetecek yolu,
İnkâr etmem savaşmıştım ben de bir zamanlar
Kınımda mürekkep, kılıcımda kan

Dikmedim kaç zamandır gözümü bir an olsun şuha
İstidadı yoksa neye yarar dimağ?
Cihetim imanımadır, nefham nefsimden
Küçük adam kaimdir, kaim marazi…




küçük adam

16 Aralık 2018 Pazar


                     ENE ENE, ENTE ENTE




Bembeyaz bir masanın üstünde çeşit çeşit mezeler: Humus, muhammara, babagannuş, süzme yoğurt… Ortada, salatanın hemen yanında duran, karides ve kalamar tabakları... En sevdiklerim. Karidese ve kalamara zaafım olduğunu söylesem yanlış olmaz. Masada ben, annem ve babam. Aylardan Eylül. Onlar sahil tarafındaki sandalyelerde oturuyorlar. Ben annemin hemen yanında, çocuk parkına yakın olan taraftayım. Hepimizin yüzünde bir tebessüm. O zamanlar gülebiliyordum. Babamın tabağının önünde rakı bardağı göze çarpıyor hemen. Sek ve tek buzlu. “Rakıya su katılmaz oğlum.” Der hep babam. Annem de babama eşlik ediyor. Bardağın renginden anlaşılıyor. Hanımefendi dublesi bu. Nerede görsem tanırım. Az içmedim bu hanımefendi dublesini lise yıllarımda. Benim önümde bir Bomonti. O gün rakı istememişti canım. Hatırlıyorum. Zaten alkolle çok içli dışlı olduğum söylenemezdi o zamanlar. Gerçi şimdi bile bizim çocukları düşününce benim içtiğim devede kulak kalıyor ama olsun. Ne güzel gündü ama. Gelecek hayallerimi sormuştu annem ve babam. Uzun uzun anlatmıştım onlara. İstanbul öncesi son aile yemeğimiz. Babam hafiften çakırkeyif olunca, “Sen kullan arabayı Selda.” Demişti anneme dönüşte. Şaşırmıştık annemle. Adeti değildi babamın. Bu yemekten bir hafta sonra beraber gelmiştik İstanbula. Önce babamın üniversiteden arkadaşı Hakkı Amcalarda kalmıştık birkaç günlüğüne. Sonra bu evi bulmuştuk. Dört senedir içinde yavaş yavaş kafayı yediğim bu evi bulmuştuk hep birlikte. Temizlik, alışveriş derken geçmişti zaman. Annem onlar geri dönmeden önce vermişti bu fotoğrafı bana. Yemek yediğimiz akşam fotoğrafı almak isteyip istemediğimizi soran fotoğrafçıya, “Yok ya çirkin çıkmışız. Öyle değil mi Kemal?” Diyen annem, ertesi gün gidip almış fotoğrafı. Sürpriz olsun istemiş bana, böyle söylemişti o gün. Birçok şey daha söylemişti ardından. 

“Her sabah uyandığında bu fotoğrafı göreceksin oğlum. Anneni, babanı, kendi çocukluğunu, ilk gençliğini. Adına ne dersen de. Senden iki şey istiyorum Cevdet. Birincisi, ne zaman yardıma ihtiyacın olursa yanında olduğumuzu bil. İkincisiyse mutlu ol oğlum, zaman kaçırdıktan sonra geri gelmez. Pişman olma. Dolu dolu yaşa.” 

Annem haklıydı. Ama kendine göre. Her insan kendine göre haklıdır zaten bana göre. Kendi hayatlarımızdan, yaralarımızdan, mutluluklarımızdan çıkartıyoruz yaşamla, yaşayış tarzlarıyla ilgili paradigmalarımızı ve önerilerimizi. Ben annemi dinlememiştim. Çok pişman olmuştum. Ama mutsuzluğumu, hayattan zevk almayışımı, insanların içine karışıp burada olduğumu belli edemeyişimi hiç onlara yansıtmadım. Şimdi gecenin bu saatinde, kaçan uykumu sırtlayıp bu güzel aile fotoğrafımızın yanında ilk sigaramı içiyorum. İlklerin ve sonların bir arada yaşanacak olması gelenektir buralarda. İlk sigara, son uykudan önce. Evet yanlış bir anlatım yok cümlelerimde. Yanlış olan zaten bu hayatın bugüne kadar süregelmesi gibi geliyor bana. Kabul ediyorum bütün sorumluluğu. Eğer kabul olunacaksa bana dayatılanlar. Sigara öksürtüyor. Küçük bir çocuğun ilk kez dondurmayla tanışması gibi. Hoşuma gidiyor ama canımı da yakıyor. Duvarda, ‘muhteşem aile saadeti’ fotoğrafımızın sağ üstünde bulunan saat Mayıs’ın yirmi üçünün geldiğini hatırlatıyor bana. Beynim çatlayacak düşünmekten. Galiba korkuyorum. Ölmekten değil. Ölememekten korkuyorum. Arkadaşlarımın yanında rezil olmaktan, bir korkak olarak anılmaktan korkuyorum. Aylar öncesinde konuştuğumuz planı bozan adam olmaktan korkuyorum. Beni anlarlar belki de. En küçükleriyim ben. En az yaşamışları, en az sarhoş olmuşları, en az sevişmişleriyim ben. Ben hiç sevişmedim daha. Kafamda bir sürü ses… Hepsinin içinde ayrı Cevdetler düşünüyor benim yerime. Korku normal. Söylemişti Pavlov. O daha önce de denemişti intihar etmeyi, başarısızlığının nedenini şöyle açıklamıştı bir gün bizlere: 

“Bilmiyorum arkadaşlar. Belki de yeteri kadar öldüremediğim için ölemiyordum. Bunun yaşama isteğiyle herhangi bir ilgisi olmadığından eminim. Çünkü ölmekten vazgeçtiğim o anlarda aklımda güneşli bir gün, bir kadın veya güzel bir yemek olmadı hiç. Ben o anlarda hep bileklerden akan kanı, apartman çatılarından aşağıya doğru yol alan vücutları, az önce aldığı ilacın etkisiyle kendinden geçen zihinleri düşünüyordum. Galiba benim için öldürmek, ölmekten daha gerekli bir ihtiyaçtı. Ancak korktum mu? Evet korktum. Bunu kabul ederim. Bu korku da demin bahsettiğim gibi daha çok öldüremeyeceğim içindi büyük ihtimalle. Her iki seferde de vazgeçişim bundan kaynaklı olmalıydı.” 

Pavlov Rıza abinin barında bunları anlatırken ben dehşete kapılmıştım. Mert’le Rıza abiyse ellerindeki votka kadehlerini tokuşturup “İşte buna içilir.” Demişlerdi aynı ağızdan. Bu umarsızlıktı beni onlara yaklaştıran. Ancak bundan daha önemlisi gerçek olmalarıydı. Gerçek bir insan olmaları. Oldukları gibi görünüyorlar, göründükleri gibi oluyorlardı. Pavlov, Rıza Abi, Mert, Sait Abi, Deniz… Benim canım arkadaşlarım. Bütün bunları düşünürken elimdeki sigaranın can vermek üzere olduğunu fark ettim. Sigaralar küllüklere söndürülür genellikle. Ancak her zaman değil. Tuvalete gidip ilk sigaramın üzerine sifon çektim. Bir vasiyet yazmıştım dün gece. Hiçbir dine inanmadığımı, cesedimin yakılmasını ve ardından küllerimin bir tuvalete boşaltılıp, üstüne sifon çekilmesini istediğimi yazmıştım aileme. Umumi bir tuvalet bulabilirlerse daha da mutlu olacağımı belirtmiştim hatta. Tekrardan odama dönüp yatağıma uzandım. Karşımda hâlâ aynı çerçeve, içinde hâlâ aynı fotoğraf. Kalktım. Çerçeveyi yerinden alıp balkona çıktım. Saat çoktan on ikiyi geçtiği için sessizliğe bürünmüştü Feriköy. Evim bir apartmanın dokuzuncu katındaydı. Yaklaşık otuz metre yükseklikteydi dairem. Bu çerçevenin buradan aşağıya düşmesi, sürtünmeyi de hesaba katarsak üç buçuk dört saniyeyi bulacaktı. Dört saniye yeterliydi teoride bir ailenin dağılması için. İstanbul’un baharını bütünüyle içime çektim bir nefeste. Ne kaybederdim ki? Çerçeveyi aşağıya doğru fırlattım. Saymaya başladım. Bir, iki, üç, dört, beş… Demek ki bir ailenin dağılması için pratikte beş saniye gerekliydi. Yanlış hesaplamıştım. Ama umrumda değildi. Ben doğru hesaplar yapma peşinde değildim. Benim daha büyük hedeflerim vardı. Ben yarın Rıza Abi’nin evine gidecek ve orada ölecektim. Geri odama döndüm. Bütün huzursuzluğum gitmişti. Şimdi anlamıştım. Kalabalıktı canımı sıkan. Hep çok sevdiğim ailemdi içimdeki huzursuzluğun kaynağı. İnsan birilerini severken öldüremezdi kendini. Bir çerçeve miydi peki ailemde aramdaki bütün bağ? Bir fotoğraftan mı ibaretti onlara duyduğum sevgi? Hayır değildi. Ancak az önce paramparça olan bir çerçeve, bir fotoğraf değildi sadece. Annem de düşmüştü dokuzuncu kattan aşağıya. Babam da paramparça olmuştu o fotoğrafla beraber. Artık sadece Cevdet vardı. Cevdet ve bugün beraber öleceği arkadaşları. Onları düşünmeme, onlar için endişelenmeme gerek yoktu. Yaşamışlardı yeterince, yeterince ölmek istiyordu hepsi. Ya da yaşamak istemiyorlardı, emin değilim. Yatağıma uzandığımda son zamanlarda olmadığı kadar düşüncelerden ırak kapadım gözlerimi. Emindim. Bu gece o kabuslardan birini görmeyecektim. Yarın gece de görmeyecektim. Kabuslar bitmişti. Kabusların yerini, umutlar alacaktı artık. Beyaz atların üstünde, sonsuz umutlara koşacaktı altı adam, sonlu acıların arasından sıyrılıp. Bastırdım kafamı iyice yastığa. İyi geceler dedim sonra kendime. Tatlı rüyalar Cevdet.


            Umut etmek bitirmişti zaten bütün insanlığı. Beklentilerle yaşamak öldürüyordu genellikle. Gerçekleşmeyen beklentiler, üç yaşından itibaren süre gelmeye başlayan hayaller, geride sadece pişmanlıklar bırakıyordu. Bitmemişti işte kâbuslar. Düşündüğümün aksine daha da şiddetlenmişti hatta dün gece. Biter sanıyordum. Son uykumda rahat bırakılırım sanıyordum. Hak etmiştim bunu. Çok görmüşlerdi bana güzel bir uykuyu. Kimlerdi peki bu kararın arkasındakiler? Tanrı mı, hayır sanmıyorum. Tanrıya, onun yarattığı düşünülen dünyaya ve kulları olduğu varsayılan insanlara inanmıyorum. Başka kim olabilirdi bu kararın arkasında? Kim zavallı bir insanın rüyalarını katledebilirdi? Çare belliydi. Bir daha uyumak zorunda kalmazsam, kurtulabilirdim bu kâbusların gazabından. Yavaşça doğruldum. Yıllardır ilk defa böyle gördüğüm, çerçevesiz duvara baktım. Üzerinde sadece bir saatin olduğu duvara. Zaman hâlâ önemliydi benim için. Yaşayan her insan için önemlidir zaman. Ölümünüze bırakın saatleri, saniyeler bile kalsa; zaman sizin için kaçırılmaması gereken bir trendir. Tuvalete gidip yüzümü yıkadım. Ardından dişlerimi fırçaladım ve odama döndüm. Akşam için ne giymeliydim acaba? Bir insan nasıl görünmelidir ölmüş haliyle? Bir kurşun varsa işin içinde, beyaz giymek mantıklı değildir. Koyu renkler seçmeliydim. Aklım hâlâ saatteydi. On iki saatim vardı çocuklarla buluşmak için. Zaman kavramını Mert’le ve Deniz’le de tartışmıştık daha önce. Daha doğrusu geçmişin var olup olmadığıyla ilgili bir tartışmaydı bu. Mert sadece yaşanılan anın var olduğunu söylüyordu ısrarla. Geçmiş ve gelecek kavramlarının bir yalandan ibaret olduklarını söylüyor ve düşüncesini savunmak için şu örnekleri veriyordu bize: 
          
          “Geçmiş, anılardan oluşur. Bir yerlerde, belirli zamanlarda yaşanmıştır ya da yaşandığı sanılmıştır bu anıların. Ancak anıların açığa çıktığı zaman şimdiki zamandır. Anılar his edildiklerinde var olurlar.  Geçmiş, bugünde yaşar anlayacağınız. Bugün, bu an, şimdi… Ötesi yoktur insan için.” 

          Haklı olabilirdi. Ben söz alıp konuşmak için doğru kelimeleri bir araya getirmeye çalışırken, Deniz buna hiç ihtiyaç duymadan konuşmaya başlamıştı. Onun düşünmeye hiçbir zaman ihtiyacı olmamıştı. O bir romantikti ve bir romantik gibi yaşayıp konuşmayı çok öncelerde öğrenmişti. 

          “Kesinlikle karşındayız Mert. Ben ve Kapıcı Hamdi sonuna kadar direneceğiz düşüncelerinin karşısında. Geçmişi yok sayarak yaşayabileceğini zannetmenin, geçmişten korkmaktan başka bir açıklaması yoktur gözümüzde. Biz Mert, Leyla’yı sevdik geçmişte. Ben çok sevdim. Hamdi biraz sevdi sadece. Leyla bugün yok. Leyla vardı geçmişte. Geçmiş zaman vardır ve geçmişte yaşanmıştır. Anılar vardır ve geçmişte kalmışlardır.”  

          Bu konuşmaların geçtiği sırada söylemesem de bu korkaklığımdan ya da utangaçlığımdan kaynaklı olmalıydı, ben onlara katılmıyordum. Bana göre ikisi de yanlış düşünüyordu. Zaman yoktu. Ne bugün vardı ne de dün. Yarınlar ölmeyi bekleyenler için dikkate alınmamalıydı zaten. Bir yanılsamaydı zaman. İnsan özgür iradeden yoksundu. İnsan zaman kavramından yoksundu. Zaman saatlere, dakikalara, saniyelere indirgenmiş bir oyundu. Yoktu ama önemsenmeliydi. Yoktu ama o varmış gibi yaşamaya devam edenler hayatta kalabilirdi. Onu yok sayanlar en baştan kaybederdi. Saat dokuza geliyordu neredeyse. Dışarı çıkıp biraz yürüyebilirdim. Nereye gideceğimin bir önemi yoktu. Sadece yürümek istiyordum. Belki bir yerlerde oturur ve çay içerdim. Belki kahvaltı ederdim bir yerlerde. Hazırlandım. Ardından kendimi sokağa attım. Her yere gidebilirdim. Gidecek belirli bir yeri olmayanlar, en şanslı insanlardır. Çünkü bütün sokaklar onlarındır. Bütün kafeler, bütün restoranlar, bütün sinemalar… Sinemaya gidebilirsin, dedim o anda kendi kendime. Vazgeçtim daha sonra. Yürüdüm. Genellikle daha önceleri yürüdüğüm yolları tercih ettim. Bankalar yokuşunu çıkıp, Süryani mezarlığını takip ederek metroya ulaştım. Köşe başında bekleyen simitçiden simit alıp az ileride bulunan banka oturdum. Çevremden geçip giden kalabalığı seyrettim öylece. Farklı farklıydı insanlar. Farklı cinsiyetleri, farklı ten renkleri, farklı giyinişleri vardı. Kimileri uzun, kimileri kısa… Kiloları, saçları, bakışları farklıydı insanların. Ancak mühim değildi bu farklılıklar. Göze batmıyordu. Hissettirmiyordu kendini. İnsanlar şu şekillerde batıyordu benim gözüme: Yalnız olanlar ve yalnız olmayanlar. Bir bankta, tek başına oturup simit yiyenler ve kalabalığın içinde yaşayanlar. Bu akşam ölecek olanlar ve yarın yeni bir güne uyanacaklar. Ben yalnızdım. Ben bankta tek başına oturup simit yiyen adamdım. Ben bu akşam ölmeyi planlamıştım.



 küçük adam

11 Aralık 2018 Salı





                                                 SEZER


      Normal insanların çalar saatleri vardır uyanmak için. İstedikleri zaman erteleyebildikleri, istedikleri zaman susturabildikleri çalar saatleri vardır normal insanların. Bizim gibilerinse soğuktan titreyen arkadaşları vardır. Hastalıktan inleyen, açlıktan inleyen, maddesizlikten sinir krizleri geçiren arkadaşları vardır bizim gibilerin. Onlar tarafından bozulur gecenin sessizliği, onlar yüzünden harlanır yağ kovalarında, eskimiş bidonlarda yaktığımız ateş. Bu eylem faydasızdır. Terk edilmiş inşaatlar ısınmaz. Sadece soğukluğu azalır belirli bir süreliğine. Aramızdan biri nöbet tutar geceleri. Çek çeklerimizin güvenliği için. Çelik kasalara sığamayacak kadar büyük ve ağırdır bütün servetimiz. İsimleri vardır her birinin. Kartal, Ferrari, Doblo, Üç yirmi… Bazılarımız küçük düşünür, bazılarımızın hayalleri bu şehirden büyüktür. Günde bir öğün yer, üç öğün çalışırız ardından. Havanın güzel olduğu akşam vakitleri ucuz şaraplarımızı alır, sahile ineriz. Celil, Tolga, Murat, Sezer… Ailelerimiz koymuş bu isimleri. İsimlerimizi vermişler bizlere. Bu kadar olsa gerek çabaları. Celil ile Tolga tanımaz ne anasını ne babasını. Murat tanımış ikisini de. Bir fotoğrafları bile var sakladığı. Altı yaşındaymış kan davası yüzünden öldüklerinde. Sonrası sokak... Sokaklar yuva oldu hepimize. Benim adım Sezer. Bundan yedi sene önce tanıştım kardeşlerimle. Bir parkta oyun oynarken denk gelmedik biz birbirimize, bir pastanede otururken göz göze gelmedik. Okul sıralarında da tanışmadık. Sokaklarda büyüyenler, sokaklarda tanışırlar. Bir çöp konteynırının dibinde, bir inşaatın penceresiz odasında, tenha park banklarında tanışırlar sokaklarda büyüyenler. Annem, ben ve babamı terk ettiğinde beş yaşındaydım. Hayalle gerçek arasında gelir gider annemin yüzü. Bazı zamanlar hatırladığımı düşünürüm. Bazı zamanlar unutmam gerektiğini. Bir filmde görmüştüm. Altı sene önce yirmi üç nisan’da, bir parkta çocuklar için izletilen bir çizgi filmde görmüştüm. Güvenlik şeritleriyle çevirdikleri parka almamışlardı bizi. Dışarıdan seyretmiştik olup biteni. Çizgi filmi, balonları, palyaçoları… Çünkü biz kirliydik. Çünkü biz sokak insanlarıydık. Çocuklarıydık demiyorum. Çünkü on bir yaşındayken kâğıt toplamak için sabah altıda uyananlar çocuk sayılmıyordu o zamanlar. Şöyle diyordu çizgi filmde anne balık yavru balığa: “Ben senin annenim ve seni hiç terk etmeyeceğim oğlum.” Unutmam gerekliydi annemin yüzünü çünkü anneler, gerçekten annelerse eğer evlatlarını terk etmezlerdi. Babamın annemi unutması çok zaman sürmemişti. Yeni bir kadın gelmiş, yeni bir anne bulunmuştu bana. Yeni annemin de babamı terk etmesi uzun sürmedi. Ardından da babam beni terk etti. Terk etmek bulaşıcı bir hastalık. Terk edilenler terk etmeyi öğreniyor sinsice. Bu şehirde yalnız başıma kaldığımda sekiz yaşındaydım. Siz sekiz yaşınızdayken ne yapıyordunuz? Ben parklarda uyuyor, çöp karıştırarak yemek arıyordum. Müstakil evlerin çöplerini karıştırmamam gerektiğini acı veren dayaklardan sonra öğrendim. Devletin çöp politikası, insanlara göre daha kibardı ve bunu kullanmaya başladım. Hâlâ da öyle yapıyorum. Üçüncü sınıfın ortasına kadar okuduğum için şanslıyım. Nöbet tuttuğum geceleri yazabiliyorum. Yoksa bu soğuğa, yalnızlığa ve kurt ulumalarını andıran köpek havlamalarına dayanamazdım. Köpeklerden ve soğuktan korkmuyorum. Ancak endişelerim var. Rina’ya ve Elif’e dair. Elif’i dört gündür görmüyoruz. Ara sıra yapar böyle. Kaybolur ama hep geri döner. Rina ise iki aydır gelmiyor. Hastalıktan olduğunu biliyorum. Ancak ona bunu bildiğimi hiç söylemedim. Fark ettirmezdi hiçbir şeyi. Rina’nın ölecek olmasını, benim çöplerden kâğıt toplayan bir sokak insanı olduğumu değiştirmezdi. Onun arkadaşı olmadığım gerçeğini değiştirmezdi bunu söylemem. İyi adamdı Rina. Eskiden haftada bir gelirdi yanıma. Konuşmazdı, anlatmazdı. Sadece içer ve sızardı. Kardeşlerim dışında yanımda uyuyabilen tek insandı Rina. Öldüyse bilmeliyim. Çünkü en çok beklemek koyuyor insana. Umut etmek bitiriyor ruhumuzu. Parçalanıyoruz beklerken. Celil’in inlemeleri yankılanıyor kulaklarımda. Kardeşlerim yavaş yavaş uyanacak. Güneş açacak gökyüzünde. Dünya için değil. Bizim gibiler için için doğacak güneş. Güneş bizim gibiler için karanlık vakitlerde doğar. Aydınlatmak için değil…




            küçük adam

25 Kasım 2018 Pazar




Çok yoğun çalışıyor bu aralar bilinçaltı
Köpekler, örümcekler, ilkokul  çocukları
Boğaziçi köprüsünde çarpışmış paraşütçülerle devlet ajanları
Birde anlatamadıklarım var
Anlatamadıkları olur insanların
Anlatmadıkları olur
İnsan sağcı doğar, yaşar
Solcu olur, ölür
İnsan ölünce rahmetli olur, unutulur
Bazıları vardır
Ölmeden önce unutulur
Belediye parklarında özdeşi yüzlercesiyle beraber görülen papatyalar gibi
Kütüphane raflarında duran tozlu kitaplar gibi
Senden, benden önce
Senin ve benim yaşadığımız yerlere yakın yahut uzak bir yerlerde doğmuş, yaşamış, goncaların açtığı vakitleri görmüş rahmetliler gibi unutulur
Unuttum



        küçük adam

6 Kasım 2018 Salı



                                                           
                                                LEYLA DÖNDÜ

            Leyla döndü. Elinde bir valiz, yüzünde valiziyle aynı tonlarda bir çığlık. Bir çığlık bu Leyla. Yine yapmış piç Ateş yapacağını. Bir insan bir insandan ne kadar nefret edebilir? Yok hayır, hiçbir zaman düşünmedim onu öldürmeyi. Onun yerine acı çekmeli Ateş. Leyla’nın gözünden akan her bir damla yaş için acı çekmeli, sonrasında özür dilemeli, Leyla’nın saçının her bir telinden, vücudunun her zerresinden özür dilemeli göt oğlanı. Beni görür görmez ağlamaya başlıyor Leyla. Yere düşmesin diye bir damlası göz yaşının, açtım ellerimi ayaklarına kapanıp. Kurumuş bir nehri canlandırabilir avucumda biriken su birikintisi, ne de olsa Leyladır bütün okyanusların coğrafya kitaplarındaki ismi.
       
            Ne yapmalı şimdi? Ne demeli Leyla’ya? Çok zamanım olmuştu bunları düşünecek. Kanepeme uzanıp izlemiştim tavanı, kanepemde oturup içmiştim şarabımı. Leyla vardı aklımda bir, bir de onu bir daha göremeyeceğim ihtimali. Şiirler yazmıştım sayfa sayfa. Kâğıt almaya yetecek param kalmamıştı bir zaman sonra. Eski gazetelerin sayfalarının satır aralarına serpmiştim ince ince şiirlerimi. İmgesel ve karanlık. “Karanlıktı hayat sen yokken Leyla.” Diyebildim, avucumdaki su birikintisine kondururken buseleri. Leyla da eğildi yanıma. Kraliyet ailesinden prenses bilmem kaçıncı Leyla, eteğini düzeltip oturdu üstü bir yığın tozla dolu parkenin üzerine. Sıkıca bastırdı sonra başını göğsüme. Ağla Leyla, çekinmeden. Ağla hiç gitmemişsin gibi. Öldürdüğü adamın yanında yas tutan bir katilin ruh eşiymişsin gibi ağla Leyla. Çünkü öldükten sonra tekrar doğmaz bir şair. Sadece şiirleri yaşar tozlanmış rafların arasında.

           “Temizlik yapayım ben Leyla. Ardından kahvaltılık alırım. Sen dinlen. Sen uyu biraz olur mu?” Leyla’dan cevap yok. Ağlıyor sadece. Bana geri geldiği için ağlıyor. Benden başka gidecek kimsesi olmadığı için ağlıyor Leyla. Hamdi tuvaletten çıkıp geliyor. Islak ellerini silkeliyor boşluğun üstüne üstüne. Kaç yaşına geldi. Büyüdü. Okudu. Koskoca kapıcı oldu. Öğrenemedi hâlâ ellerini kurulamayı. Leyla’yı görüyor ama aldırmıyor. Hamdi yanımızdan geçip giderken saçlarına takılı kalıyorum Leyla’nın. Maviden eser yok, açık maviden. Oysa ben ne anlar düşlemiştim. Saçlarının maviliğiyle eşleştirdiğim deniz kokulu betimlemelerimde. Önemli değil Leyla. Hiç sorun değil benim için saçlarının rengi. Kestane kahverengisini de severim, zeytin yeşilini de. Güneş sarısı da yakışır sana, tanrı beyazı da. Tanrı beyazı… Kahkaha atıyor Hamdi. “Bir orospu için düştüğün şu hallere bak Deniz!” Leyla doğruluyor. “Uyusam iyi olacak galiba.” “Tabii.” Diye karşılık veriyorum. “Sen odana geç, ben de valizini getireyim. Uyandığında bir şeyler hazırlamış olurum. Güzel bir yemek yeriz beraber. Ardından film izleriz istersen. Ya da dışarı çıkarız. Sen nasıl istersen Leyla.” Bir şey demeden hareketleniyor odasına. Sessizce. İçinde kopan fırtınaları belli etmemeye çalışıyor. Gözlerini kaçırıyor benden, bakmaya çalıştığım her anda. Yüzündeki çığlığı gizlemeye çalışıyor. Yersiz çabalar bunlar Leyla. Valizi odasına bırakıp, kapıyı kapatıyorum arkasından. Kanepeme uzanıyorum. Tavanı izliyorum ardından. Hamdi geliyor yanıma. Özür diliyor demin sarf ettiği cümle yüzünden. Sessizliğim korkutmuş olmalı onu. Biliyor. Leyla, büyüktür bütün Hamdilerden. Kapıcı olanlarından da büyüktür. Hamdi’ye cevap vermiyorum. Tavanda Leyla’nın sureti. Beni bırakıp gittiği altı ay geliyor gözümün önüne. Yemek yemekten vazgeçtiğim akşamlar, kitap okumaktan vazgeçtiğim akşamlar, birbiri ardına yazılmış intihar mektupları geliyor aklıma. Olsun, Diyorum. Geçti artık.




        küçük adam

29 Ekim 2018 Pazartesi




                          TANRI BENİ DOĞURURKEN ÖLDÜ




Dostoyevski “İnsana saygımı korumak için, insanlardan uzak duruyorum.” Demiş zamanında. Ben kendilerinin aksine insanlara olan saygımı yitirmek ve insanlardan nefret etmek için yakın duruyorum onlara. Onları izliyor ve yüzlerine gülümsüyorum. Onlardan bir farkım yokmuş gibi davranıyor, onların gittikleri yerlerde eğleniyor, onlarla aynı yemekleri yiyorum. Ancak bu sosyal çevreden uzaklaşıp evime, yani kendi benliğime döndüğüm andan itibaren bu çevrede gördüğüm tutarsızlığı, riyakarlığı, aşırılığı keskin bir dille eleştirirken buluyorum kendimi. Bugüne kadar sınır koyamadığım, engelleyemediğim bu nefret söylemleri, günden güne evde geçirdiğim zamanın, burada öz yalnızlıktan bahsediliyor, artmasına, taklit ettiğim ve çevreye ayak uydurmaya çalışan ikinci benliğimin yavaş yavaş yok olmasına sebebiyet veriyor. Bu yok olmanın başarılı bir biçimde sonuca ulaşması, telafi edilemeyecek bir ziyanın başlangıcı olacaktır. Bu sebeple ikinci, yani taklit benin kurtarılması, birinci yani asıl benin de kurtarılmasıdır. Yanlış hatırlamıyorsam Peyami Safa’nın "Yalnızız" adlı kitabından kalmıştı aklımda bu şahsiyet meselesi. “Her insanın iki beni vardır.” Diyordu kitapta. Birinci yani yaşayan, ikinci yani isteyen ben. İstekler yerlerini boşluklara bırakırsa, hayal etmekten kaçarsa insan, vazgeçerse umut etmekten; yaşamak tren raylarının üstünde bulur kendini, bir gökdelenin tepesinde bulur, bir denizin dibini görür o zaman yaşamak. Güzel konuşmuştum yine. Bir aynanın karşısında en ince ayrıntısına kadar yüzümü incelerken bulurdum bazen kendimi. Sonrasında konuşmaya başlardım aklıma ne gelirse. Anılar, gelecek hayalleri, pişmanlıklar ya da bugün olduğu gibi gerçekler.  Gerçekler önemlidir. Ciddiye alınmalı ve peşlerinden gidilmelidir. Anlatmak istediğim “doğru” kavramı değil. Anlatmak istediğim bu aynada gördüğüm yüzün bana ait olduğu, bu aynanın var olduğu ve benim karşısında durduğum gerçeği de değildir. Anlatmak istediğim hayatımın elimden kayıp gitmekte olduğu gerçeğidir. O an bu gerçekle savaşma isteğimi, gözlerimdeki bu kararlılığı yine aynı gözler sayesinde keşfedip dışarı çıkmaya karar verdim. Nereye gideceğim mühim değildi. Önemli olan kalabalığa karışmaktı. Çok zaman kaybetmek istemediğimden hızlıca giyindim. Ciddi görünmeliydim. Bu dünya ciddi görünen adamlar için yaratılmıştı. Kot pantolonumun üstüne, geçen hafta aldığım çizgili, deniz mavisi gömleğimi giydim. İstemeyerek te olsa gömleğimi pantolonumun içine sokup kemerimi taktım. Ceketimi alıp kendimi dışarı attım. Verdiğim karardan sonra hazırlanıp sokağa çıkmam sadece on dakikamı almıştı. Hızlıydım, ama bundan daha önemlisi ciddi ve kararlıydım. Birileriyle konuşacak, belki kadınlara gülecek ve eğlenecektim. İkinci ben, birinci benden kan alacaktı bugün. İkinci ben, birinci benden hesap soracaktı. Kurbağalı dere caddesine çıkıp, Boğa heykeline doğru yürümeye başladım. Biraz zamanlığına yürüdükten sonra kendimi önceleri sıklıkla geldiğim bir mekânın önünde buldum. Kapının önündeki korumalar beni tanıyordu. Tek başıma olmamı, daha doğrusu yanımda bir kadın bulunmamasını sorun etmeden beni içeri aldılar. Mekânın bulunduğu sokağın girişinden itibaren duymaya başladığım müzik artık kulaklarımın içinde çalıyordu. Kalabalığın içinde, vücudumu kimseden sakınmadan, onlara çarpmaktan, özür dilemekten hatta kavga etmekten korkmadan ilerleyip bar bölümüne oturdum. Artık dans eden insanlar yerine sadece barmenleri ve hemen barın arkasında bulunan bistro bölümünde masalarda içki içen, bu gürültünün içinde sohbet etmeye çalışan insanları görüyordum. Sıklıkla etrafta dolanan, uzun boylu, geniş omuzlu korumalar insan avlıyordu. Sen sarhoşsun, dışarı. Sen bir kadını taciz ettin, dışarı. Sen para harcamıyorsun, dışarı. Böyle yerlerde popülasyon kontrolü önemlidir. Gece kulüpleri, dünyanın küçültülmüş ölçekli sosyolojik haritalarıdır. Bistroda oturanlar bu coğrafyanın beyaz yakalılarıdır. Korumalar polisleri temsil eder. Sahnenin ortasında dans edenler kendi içlerinde ayrılırlar. Bu ayrılma dans etme sürelerine, danslarına, içtikleri içkiye ve neden orada olduklarına göre değişir.  Benim gibi barda oturanlar ise anarşistleri temsil eder. Dünyaya veya belirli sistemlere başkaldıranları.
            Barmene Cin tonik istediğimi söyleyerek, başımı arkaya çevirdim. Dans etmeliydim. Şu an değil ama gecenin ilerleyen saatlerinde olabilirdi. Şimdilik buradaydım. Zaten ben bu kalabalığın arasında bulunan herkesten daha kalabalıktım. Önüme döndüğümde, içki bardağımın yanında kırmızı bir anahtarlık vardı. Üç tane anahtarın, üstünkörü geçirildiği sade, ucuz bir anahtarlık. Alıp barmene vermeyi düşünürken sol omzuma bir elin değdiğini hissettim. Başımı çevirdiğimde geldiğimden beri solumda oturan, zayıf, kısa saçlı, yirmili yaşlarında olması muhtemel birini gördüm. Kahverengi gözlerini üstüme dikmiş, hala indirmediği eliyle sırtıma hafifçe vururken konuşmaya başlamıştı.
            “Beni her gece birileri eve bırakır. Bu gece beni eve sen götürürsün. Buraya çok yakın. Adres anahtarın üstünde yazıyor. Kaybetme sakın. Başka yok.”
Bir cevap vermemi beklemeden önüne dönmüştü. Ne gamsızlık ama. Şaşkınlığımı gizlemeye çalışıyor, yanımda duran adamı inceliyordum. İki eliyle tuttuğu viski bardağından gözlerini ayırmıyor. Ne benimle ne de başka bir şeyle ilgileniyordu. Dikkatle bakınca, sağ kolunda dirseklerine kadar çektiği siyah kazağının bitimiyle başlayan dövmeleri gözüküyordu. “Tanrı beni doğururken öldü.” “A rh+” Anahtarı önüne koyup ardından içkimi alıp gitmeyi düşündüm. Daha sonra vazgeçtim. O an karşımdaki insana karşı hissettiğim merak, tırsaklığımın ve utangaçlığımın önüne geçmişti. Beklemeye karar verdim. İnsanlar ilerleyen saate rağmen, yorulmadan eğlenmeye, dans etmeye ve içki içmeye devam ediyordu. Bu bekleyiş sırasında bara içki almaya ya da oturmaya gelen birkaç kadınla konuşmaya çalışmış, ancak onlara gösterdiğim kibarlıktan yahut tipimden dolayı pek hoş karşılanmamıştım. Şöyle bir şey okumuştum zamanında: “Bir erkeğe nazik davrandığınızda korkak, bir kadına nazik davrandığınızda âşık olduğunuzu düşünürler.” Gerçekten de böyleydi. Toplum Sartre’ın dediği gibi tedavisi olmayan bir hastalıktı. Aklımı hızlıca diğer düşüncelerden arındırıp, cebimde evinin anahtarı olan adama yoğunlaşmıştım tekrar. Belki de sıkılmıştım beklemekten. O sırada bitirdiği viski bardağından kafasını kaldırıp, barmene iki işaretini yaptığını gördüm. İşaret ve orta parmağında anlamını bilmediğim, Arapça yazılar vardı. Barmenin önüne koyduğu viski bardaklarından birini sağ eliyle kaldırıp benim önüme koymuştu. Hâlâ yüzüme bakmıyordu. Yarım saat önce olduğu gibi iki eliyle viski bardağına kapanmış, gözlerini de bardağına dikmişti. Daha fazla beklemenin anlamı olmadığını düşünüp konuşmaya başladım. Sesimi duyabilmesi için biraz daha yaklaşmış ve neredeyse bağırmaya başlamıştım.
“İçki için teşekkür ederim.” Diyerek cebimden çıkardığım anahtarı bardağının yanına bıraktım. Anahtarı fark edince  kafasını çevirdi. “Sizden rica ediyorum. Anahtarı alın.” Cebinden telefonunu çıkarıp saate baktı ve yine sağ elini omzuma atarak bu sefer kulağıma doğru eğildi ve konuşmaya başladı.
“Bir saat sonra vücudumda hiçbir şeyi hatırlayamayacağım kadar alkol birikmiş olacak. Evimin yolunu bulamayacağım. Bana yardım et.”

“İsterseniz şu anda bir taksiye binmenize yardımcı olabilirim.” Diye cevapladım. “Bu arada benim adım Metin.”
“İsimler önemli değildir Metin. Barlarda, ne kadar kalabalık olduğun önemlidir. Şu an eve gidemem. Sana bir şeyler anlatmak isteseydim bunu çok önceden yapardım zaten. Beni bir saat sonra evime götür lütfen.”
Boynunun sağ tarafında bulunan dövmeyi de ışıkların tam o konuştuğu sırada üstüne vurması nedeniyle görmüştüm. Burnunda halkalar olan, kızgın bir boğa silüetiydi bu. Ona oynadığı gamsız rolüyle karşılık verecektim. “Peki.” Diyerek daha fazla üstelemedim. Önüme dönüp içkimi içmeye ve ara sıra çevreme bakınmaya devam ettim. Saat ilerliyor, kulüpteki kalabalık yavaş yavaş azalıyordu. Bense yanımdaki yabancının eve güvenli bir şekilde ulaşmasını sağlamak için bekliyordum. İçiyordum. Bekliyordum. Çevreme bakınıyor, dans etmekten yorulmuş vücutların buldukları duvarlara yaslanıp karşılarındaki insanlara gülümsemelerini, dudaklarının birbirlerine değmesini, bağırışlarını seyrediyordum. Bu sırada yine hissetmiştim o eli. “Benim adım Mert, memnun oldum Metin.” Uzattığı eli sıkıp “Ben de memnun oldum.” Diye karşılık verdim. İletişim kurmak için dışarıdaydım, kalabalığa karışmak için çıkmıştım sokaklara. Bunda başarılı olduğum da söylenebilirdi. Yeni bir insan tanımıştım. Bir kadınla tanışmak beni daha çok mutlu edebilirdi ancak bu ihtimalin pek gerçekçi olmadığı da aşikardı. Sürekli aynı şekilde davranmasına alışmaya başlamıştım. Barmene yine iki işaretini yapıp, viski bardağını önüme koydu. Bu sırada dj performansına ara verilmiş, sahneye bir grup çıkmıştı. Cem Karaca çalıyorlardı. Feleğin çarkına çomak sokuyorlardı hep beraber. “Garip birisin dostum.” Diye başladım bu sefer. Artık bir samimiyetimiz vardı. Ona sen diye hitap edebilirdim. Artık kendini sakınmıyor tamamıyla yüzüme bakarak konuşuyordu.
“Ben garip değilim. Garip olan arkada dans eden orospu çocukları. Garip olan yaşamaya mecbur bırakıldığımız bu hayat. Garip olan benim kafamın şu an dönüyor olması. Ama en garibi ne biliyor musun dostum? Yarın ne seni ne de bugünü hatırlamayacak olmam.”
Haklıydı. Yüksek ihtimalle ben de onu hatırlamayacaktım. Geldiğimden beri dört cin tonik, iki duble viski içmiştim. Vücudum bu kadar alkole alışık değildi ve midem bulanmaya başlamıştı.
“Kalksak iyi olacak galiba.” Diyip ekledim. “Yoksa sen beni evime götürmek zorunda kalacaksın.”





küçük adam

15 Ekim 2018 Pazartesi






     Bütün insanlar aynı doğar bana göre. Aynı şartlarda, aynı düşüncelerle başlarız hayata. Bu şartlar ve düşüncelerden kastım koca bir hiç, bir boşluk aslında. Boşluklar, var oluşun kaçınılmaz eş anlamlılarıdır sözlüklerde. Var oluştan sonraysa her insan kendi yolunu çizer. Eşitsizlikler baş gösterir, fikirsel ayrışmalar önce manevi tartışmalara ardından ise fiziksel yaralara sebebiyet verir. İnsanlar yaraları göz ardı etmeyi çocukluk öncesi dönemlerinde öğrenir. "Düştün, ama bir şey olmadı. Ufak bir yara sadece." Bu ufak yaralar, biraz daha büyüklerine dönüştükçe dikkatli olmamız gerektiği söylenmeye başlanır. En sonundaysa yaralardan kaçınmamız gerektiği konusunda fikir birliğine varılır kanaat önderleri tarafından. Aslında zamandan gelir kaos. Yıllar besler gerçekleri ve yanılsamaları. İlk önce insan vardı. En sonunda insan yok olacak. İyi hatırlıyorum. Bu bedenin ilk zamanlarında sevmiştim: Düşmeyi, yara almayı, annemi ve kadınları. Kadınların çocuk olanlarını. Sonrasında yaralardan ve kadınlardan nefret ettim. Annem ölmüştü. Onu belirli bir zaman sonra hiç düşünmedim. Benim adım Pavlov. Ben bir anarşistim. Ucuz kırmızı şarabı, pembe çorapları ve bal porsuklarını severim. Ben bir deli değilim. Nefret ediyorum sadece. Bana yalan söyledikleri için insanlardan, beni sevmedikleri için ailemden,  mütemadiyen her ayın başında kira adı altında beni sömürdüğü için ev sahibimden, haftada bir alkollü içeceklere zam yapan tekel sahibinden, vatandaşları olmama izin verdiği için devletten nefret ediyorum. Havanın soğukluğundan, hemen tepemde tenimi yakan güneşten, yağmurdan, kardan, kardan adam yapan insanlardan, kardan adamların burunlarına konulan havucu satan manavlardan nefret ediyorum. İnsanlar ilmek ilmek örer kendi nefret kazaklarını. Üstlerine geçirir ve devam ederler işlemeye. İnsanlar büyür, insanlar büyüdükçe büyür nefret kazakları. Nefret süre gelir, yorulmaz, dinlenmez, acıkmaz. En ağır çeşidi kişinin kendine duyduğudur. Delirtir. Peki bir anda mı delirir insan, yoksa çaba mı harcar uzunca bir süre delirmek için, deli olduğunu zannederken?

    İşte böyleydi yaşam. Düşüncelerden ibaret bir zindandı. Siparişini verdiğiniz kahve gelmeden önce aklınızda dolanan intiharlardı. Defalarca izlediğiniz filmi, aynı arzu ve heyecanla tekrar tekrar izletirdi. Umutla bekletirdi sonunu, ve şüpheye yer bırakmadan pişman ederdi her seferinde. Kararlıydım. Bu sefer ben pişman edecektim onu. Kararlıydım, çünkü olmak zorundaydım. Herkes görmeliydi Pavlov'un yapabileceklerini. Herkes korkmalıydı. Akıllılar kaçacak yer aramalıydı deli sandıklarının gazabından. Adımı defalarca söyledim size. Ama bir kere daha okuyun seslice. Bağıra bağıra hem de. Benim adım Pavlov. Birazdan masama gelecek kahve bittiğinde bir karar verecek karşımdaki ölümlü. Ölüm mü yoksa intihar mı? 



 küçük adam

26 Eylül 2018 Çarşamba


Elif Zeyno'ya ve
Benden çok uzaklarda, benden çok önceden beri var olan, benden sonra da var olmaya devam edecek Eğri Ağaç'a


                                                  CEVDET'İN CİĞERLERİ SU İLE DOLDU

Akşama doğru portmantodan siyah yün ceketini alıp dışarı çıktı. Kapıyı kilitleyip anahtarı kapıcı Sami Bey'e bıraktı. Ona uzunca bir süre geri gelmeyeceğini, ailevi sebepler yüzünden memleketine dönmesi gerektiğini söyleyip arada bir yukarı çıkıp çiçeklere su vermesini rica etti. Apartman kapısından dışarı çıktıktan sonra otobüs durağına doğru yavaş adımlarla yürüdü. Dün yağan kuvvetli yağmurdan dolayı çöken asfalta bakıp gülümsedi, aynı anda içinden söylenirken. Üç ay önce, eskiyen ve arada sorun çıkaran su borularının değiştirilmesi için çalışma yapan belediye ekipleri, bütün sokağın altını üstüne getirmiş ardından da neredeyse bütün mahalle yeniden asfaltlanmıştı. Üç ay gibi bir sürede, yeni yapılan bir yolun yağmur nedeniyle böylesi zarar görmesi akıl alır gibi değildi. On dakikalık bir bekleyişten sonra otobüs sokağın başında görülmüştü. Otobüse binip bulduğu ilk boş koltuğa oturdu. Çantasından çıkardığı kitabını okumaya başladı. Kapağı arkalı önlü simsiyah olan bu kitabın önünde küçük harflerle kitabın adı yazıyor, yazar bilgisi bile kapakta kendine yer bulamıyordu. Üç köy çocuğunun, büyüme dönemlerine ışık tutan bu  kitap aynı zamanda taşra hayatına dair sosyolojik bir çözümleme getiriyordu insanların önlerine. Taşra hayatı, özenilen gözlerle, dışarıdan bakılarak çözümlenemezdi. Çünkü taşrada her an önemliydi. Taşranın yürüyen merdivenleri yoktu üzerinde durulacak, onun yerine kayalıklar vardı, taştan yapılmış evler ve yollar vardı. Taşrada hayat asla düz zemine oturmazdı. Otobüsten Beşiktaş sahilinde inip boş bulduğu bir banka oturdu. Aralıklarla saatine bakıp zamanı kontrol ediyordu. Çok yapmazdı, yeni yeni alışkanlık edinmişti saatini kontrol etmeyi. Önceleri hava aydınlandığında anlardı sabah olduğunu. Uyurdu o vakit. Ne zaman ki siyah tişörtünün rengine bürünürdü gökyüzü, o zaman uyanır, siyah ceketini alıp dışarı atardı kendini. Var olmanın ilk şartıdır kalabalığa karışmak; yok olmanın ilk belirtisiyse onca kalabalığa rağmen yalnız olabilmektir. Nasıl mı yok olur insan? Cevdet gibi işte. Doğar, büyür ama öyle büyür ki kendi ölümüne karar verebilecek olgunluğa ulaşır ve yok olur. Bu üçünün arasında sever, aldatır, aldanır. Ancak insanı yok eden bunlar değildir. Aksine varlığın devamı hem iyiliğe hem kötülüğe ihtiyaç duyar. Aldatmaktan da aldanmaktan da beslenir. Sevmek de yaşamı uzatır, nefret etmek de. Acı öldürmez, acı intihara sürüklemez. İnsanı boşluklar yok eder. Nefretsizlikten ölür insan, artık sevmekten bıktığında, hiçbir şey hissetmediğinde ölür insan. Bütün bunlar kafasını kurcalarken, çalan telefonun sesi irkilmesine sebep oldu Cevdet'in. Telefonunu cebinden çıkarıp oturduğu bankın hemen sağında bulunan çöp kutusuna attı. Tarihin tozlu sayfalarında yer alacaktı bu arama artık. Tarihin o tozlu sayfaları hatırlanmazdı. Kimse ölenleri, tecavüze uğrayanları, gasp edilenleri hatırlamazdı. Cevdet hatırlardı. Buharalı çobanı, Afrikalı büyücüyü, Hisar'ın delisi Mahsun'u hatırlardı Cevdet. Zaten bu farkındalık bitirdi onu. Bu farkındalık olmasaydı geceleri uyurdu herkes gibi, sabahları kalktığında kahve içip okuluna giderdi ardından. İnsanlar vardı çevresinde. İnsanlar hep olur. Hemen önünde denize biraz daha yakın oturan sevgililer vardı. Onların hemen sağında, hararetli bir tartışmanın içinde olan iki yaşlı adam öne çıkıyordu kalabalığın arasında. Biraz kulak kabartınca basit bir futbol muhabbetinden doğduğu anlaşılıyordu bu koca gürültünün. Birbirini seven iki insan, ölümünün yanı başında sıranın kendisine gelmesini bekleyen Cevdet, boş tartışma konularıyla iki yaşlı adam... Saygı duyulması gerekenin ölüm olması lazım gelirdi. Cevdet bu hadsizliğe son vermeye karar verdi. Çantasını oturduğu yerde bırakarak yürümeye başladı. Önce Cevdet yanlarından geçerken dudakları birbirine değen sevgilileri ardından bira ve cips eşliğinde hayata meydan okuyan kaykaycı gençleri geride bıraktı. Biraz daha yaklaştı. Birbirini izleyen saniyeler, karşı sahilden duyulan ayak sesleri, son iki ve boşluk... Suyun içinden duyulan çığlık sesleri, bağrışmalar, yanından geçen küçüklü büyüklü balıklar, kanını donduran soğuk...



küçük adam

20 Eylül 2018 Perşembe


                                                              ONUN ADI PAVLOV


Öldürdüğüm herkesi, bütün ölümlerimi anlatacağım demiştim teker teker. Benim adım Pavlov. Japon balıklarından, klasik müzikten ve insan bedeninin yavaş yavaş kendi kendini öldürmesini izlemekten hoşlanırım. Ben bir deli değilim. Bir danışanım ben. Psikoloğum böyle adlandırıyor beni. İnsanlar, insanları hep işine geldiği gibi sınıflamıştır bugüne kadar. Her şey güç sahiplerinin işine geldiği gibi olur. Ölümler, enflasyon oranları, hükümet seçimleri, hangi gün sevişileceği, hangi günler tanrıya tapılacağı... Hepsini bizi sömüren omurgasızlar planlar yerimize. Ancak anlatmam gerekenlerin sistemin tepesindeki beyaz yakalılarla ilgisi yok. Ben size sisteme dahil olamayanları anlatacağım. Sevişecek kimsesi olmayanları, şarabı şişeden içtiğinde karşı çıkacak kimsesi olmayanları, gece kirli bir saatte kanlı bir sokakta yalnız yürümekten korkmayanları, ölmeyi göze almışları, zaten ölmüş olanları anlatacağım ben size. Benim adım Pavlov, korkmuyorum yaşımı söylemekten. Artık korkmuyorum dünyaya kendimi anlatmaktan. Anlatacağım. Hayır yardım istemiyorum sizden. Bu boğulacağını anlayan bir adamın, çevresine son bir defa daha bakıp suyun üstünde tutunacak bir dal aramasından çok daha yüce. Benim adım Pavlov, yirmi altı yaşındayım. İlk kez öldürdüğümde dokuz mum vardı galiba pastamın üzerinde. Mavi, kırmızı, sarı ve yeşil çizgileri olan dokuz adet mum. Büyük bir parti... Annesi aylar önce ölen bir çocuğun ilk doğum günü partisi, annesinin cenazesinden kalabalık olmalıdır. Bu bir gelenek. Annesi ölen çocuklar derneği tarafından bilmem kaç yılında geçmiş tüzüğe. Bütün akrabalarım, bütün komşularımız, komşularımızın aptal çocukları, o adam, abim ve sevgili portakal. Oradaydı hepsi o gün. Benim için oradaydı bütün dünya. "Annen öldü ama biz buradayız." demek için. Şimdiki aklım olsa bir yerlerden patlayıcı bulur ve bütün o kalabalığı annemin yanına gönderirdim. "Annem öldü, siz de gidin onun yanına." derdim arkalarından. Sonra kocaman bir kahkaha atar ve soğuk bir bira açardım kendime. Herkes evimizin bahçesinde benim doğum günümü kutlarken, ben evimizin yakınında bulunan, gözlerden uzak, sahiplerinin uzun süredir uğramadığı bir bahçenin içinde ilk kanımı akıtıyordum. Bir karınca sürüsünün yuvasına kolonya döküp aleve vermiştim hepsini. Daha sonra eve dönüp doğum günü pastamın mumlarını üflemiştim. Mumların yarısını bile söndürmeye yetmemişti gücüm. O gün anlamıştım. Yakmak, söndürmekten daha kolaydı. Ben hep yaktım o günden sonra. Hiç kimseye yardım etmedim, hiç kimseden yardım talep etmedim. Devam ettim kan dökmeye, anlayana kadar. Gerçek ölümün, gerçek bir katilin öldürmek için silaha ihtiyacı olmadığını anlayana kadar kan dökmeye devam ettim. Benim adım Pavlov, kan dökmeden katliamlar yapmayı siz insanlardan öğrendim. Yavaş yavaş girdim aranıza, iyi bir katil sabırla öldürür ve zaman hazzı arttırır. Yavaş yavaş kandırdım sizleri. Siz fark etmeden kurdum idam sehpasını evinizin en çok güneş gören odasına, siz fark etmeden mutfak dolaplarınızı ilaçlarla doldum. Şırıngayı ve uyuşturucuyu komodininizin üzerine ben koydum aslında. Sizi kiremitleri kırılmış, su akıtan çatının üzerine ben çıkarttım. Siz farkında olmadan ben öldürdüm sizleri. Benim adım Pavlov, ben bir deli değilim. Bir danışanım ben ve bir katil. Şimdi son oyunumu oynayacağım. Ardından sonsuza kadar kapanacak perde. Büyük alkışlar duyulacak yüce Pavlov için. Ayağa kalkıp, elleriniz ağrıyana dek alkışlayacaksınız beni. Sonrasında yalvaracaksınız teker teker sizlerden uzak durmam için. Söz veriyorum, zamanı geldiğinde acımayacağım hiçbirinize.



        küçük adam

19 Eylül 2018 Çarşamba




benim bütün acılarım, bütün yanılsamalarım
gecenin sessizliğinde arka arkaya sıralanıyor
darmadağın oluyor bu karanlık, yalpalıyor
bu yalnız ay, bu yalnız gökyüzü
hiç doğmamış bir bebeğin ağlamalarında gizli
diler miydim ben de doğmamış olmayı?
büyümeseydim belki de
plastik topum ve boncuklu silahımla
yaşça küçüklerimin peşinden koşsaydım bir oyun sanıp, öldürme telaşıyla
bir rastlantıdan yahut kader denen alın yazısından
bu kadar keder yüklenir miydi omuzlarıma
inanın ki yanmaz canım
bu ağrılar, bu uykusuz nöbetler, bu sessiz direnişler
son çırpınışlardır
gitme dememeyi öğrenen bir kalbin
aort damarından vücuduna yayılır kirli kanlar
kan kirli, deniz kirli, kirlidir gökyüzündeki yıldızlar
bir dedem inandırır beni saflığa, bir de annem
ne yazıktır ki onlar yanımda yoklar
işte bu yüzden ölüm bu kadar yakın ruhuma
Ölüm thanatos'un kollarında, bu kadar yüce, ışıltılı bir son doğururken bana
ben uyumadan önce, bir melek gibi üryan ve allah kadar günahsız ve yalnız
şeytan, gelirse rüyalarıma
uyandırmasınlar...



          küçük adam

10 Eylül 2018 Pazartesi





                                                                  KAPICI HAMDİ


Leylasız geçen birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü aydayız. "Leylasız geçen" kelime öbeğinin ne anlama geldiğini ben, kapıcı Hamdi ve Müslüm Gürses dışında birinin anlayabileceğini hiç sanmıyorum. Zor zamanlar bunlar Leyla. Artık seni arayamıyorum çünkü bir telefonum yok. Bu ayın kirasını ödemek için satmak zorunda kaldım onu ama bu bir sorun teşkil etmez çünkü sen kapıdan geleceksin. Saçların hala mavi mi Leyla? Ona göre hayal edeceğim kapıdan girişini. Düşünüyorum da havalar sıcak, kot eteğinin üstünde dar, kolsuz bir bluz; saçlarınla uyumlu pembe bir bluz Leyla. Kapıyı anahtarınla açıyorsun normal olarak çünkü burası bizim evimiz. Denizin ve Leylanın evi... Hamdi araya giriyor hemen. "Ya ben Denüz?" Beyaz ne güzel renk, insana huzur veriyor. Saatlerdir uzanıp tavanı izlediğim kanepemden, pardon kanepemizden Leyla, başımı kaldırıp Hamdi'ye dönüyorum. "Sen bu evin lanetisin Hamdi, sen benim lanetimsin." Üzülüyor, aldırmadan hayalime devam ediyorum. Kapıdan içeri girer girmez haykırıyorsun ismimi "Deniz, Deenizz..." duymuyorum çünkü içeride, çalışma masamda oturmuş Müslüm Gürses'ten Affet dinleyerek sana şiirler yazıyorum. Anlıyorsun. Unutma sakın Leyla. Kadınlar onlar için yazılan şiirleri uzaklık fark etmeksizin anlarlar. Yanıma gelip kulaklığı çıkartıyorsun önce kulağımdan. Ben geldiğinin farkındayım ama bozuntuya vermiyorum. Kokun Leyla, kokun beni yaşadığıma ikna ediyor. Ellerini gözlerimin üstüne götürüyorsun. Sesini değiştirerek soruyorsun "Bil bakalım ben kimim?" diye. Ah şu içindeki çocuk... "Ada sen mi geldin?" diyorum ben de seni kızdırmak için. Vuruyorsun tokadı Leyla. Dört parmağının izi çıkıyor yüzümde. Bir parmağın kayıp, nerede o parmak Leyla? Ada üstüme neredeyse bir okyanusu dökerek uyanmamı sağlıyor. Rüyaymış. Keşke yaşayacağım yıllarımı o rüyaya nakil edebileceğim bir alet geliştirse bilim adamları. "Sen mi geldin?" diyorum Ada'ya. "Hayır." diye cevap veriyor. O zaman bu da bir rüya olmalı diye düşünüyorum. Rüyanın içinde farklı bir rüya. Inceptionlanmak diyor günümüz ergenleri buna. Bu da bir rüyaysa ve ben tekrar uyursam belki de Leyla'yı tekrar görebilirim rüyamın içinde göreceğim rüyamda. Bu fikri gayet makul ve uygulanabilir buluyorum. Islak saçlarımı tekrardan yastığımın üzerine koyup saymaya başlıyorum. Bir Leyla, iki Leyla, üç Leyla, dört Leyla... Bu sefer ıslaklık sadece saçlarımda ve yüzümde değil. Ada iki bardakla gelmiş olmalı bu sefer ya da hissettiğim diğer ıslaklık size söyleyemeyeceğim farklı bir nedenden kaynaklı. Umursamıyorum. "Kalk artık Deniz. Şu evin haline bir bak, ben de gelmezsem öleceksin burada." Bu fikir de gayet makul ve uygulanabilir geliyor. "Gelme o zaman Ada." demekle yetiniyorum. Gözlerim açılıyor, ardından beynimi düşük güç modundan çıkartıp doğruluyorum. Ada elindeki çöp poşetiyle yerdeki şarap şişelerini, yemek artıklarını ve peçeteleri topluyor. "Çalışmıyorsun, görüşmeye çağırınca gelmiyorsun, düzgün yemek yemiyorsun ama neredeyse beş yüz metre mesafede bulunan tekele gidip şişe şişe şarap alabiliyorsun öyle mi Deniz?" Gülümsüyorum. Hamdi de gülümsüyor. "Tekel tanıdık. Sağ olsun Levent abi kendisi getiriyor." Ada az önce Levent abinin annesine mi küfretti bana mı öyle geldi? Hiç yakıştıramıyorum Ada'ya. "Zaten herkes birilerine sövüyor bu zamanda. Ağız dolusu küfürler, oraya koymalar buraya koymalar... Kişisel zaaflarımızı, güçsüzlüklerimizi küfürlerle, yüksek sesli hayırlarla, benim değil senin yanlışın varlarla kapatmaya çalışıyoruz." diyor Hamdi uzun süren sessizliğini bozarak. "Sus lan Hamdi, dalağını sikerim senin. Kapıcısın sen. Ada buradayken konuşma bir daha sakın."  Bugün ne yediğimi soruyor Ada daha sonra. Neden burada acaba, neden sürekli burada, neden arkamı topluyor? Belki de ona bir şiir yazmamı istiyordur. Genel olarak yemek yemediğimi söylüyorum Ada'ya. Ardından mutfaktan aldığım şarap şişesini getirip sehpanın üzerine bırakıyorum. "İçer misin?" "Olur." diyor Ada. Galiba ilk kez bu kadar ciddi bakıyorum yüzüne. Küt kahverengi saçları var. Kaşları ve kirpiklerinin altında yeşil gözler, iki tane var. Biraz Çarkıfelek sunucusu gibi düşündüm ama artık mazur görün. Evet bakıyoruz Leyla'nın Le'si, aaa hiç yok... Ada için bir kadeh getiriyorum. Geri dönüp bir kadeh daha getiriyorum ardından. Şaşırıyor. "Sen de mi kadehten içeceksin?" "Hayır." diye karşılık veriyorum. "Geçen geldiğinde senin kadehine şarap doldurduktan sonra şişeyi ağzıma dikmemden hoşnut olmamıştın. Bu yüzden bu iki kadehi de sana dolduruyorum. Böylece bir yerine iki kadeh şarabın olacak. Ben kibar bir adamım Ada." diyorum. Gülüyor. Bir şeyler anlatıyor bununla ilgili ama çok dikkat edemiyorum. Birden ciddileşiyor. Küfür ediyor galiba. İzlediğim bir film geliyor aklıma, okuduğum bir şiir, kimindi o Turgut Uyar galiba. Denge diyordu kendileri, "Sizin alınız al inandım, sizin morunuz mor inandım, tanrınız büyük amenna, şiiriniz adam akıllı şiir, dumanı da caba." Hayır hayır burası değil. Biraz daha ilerisinden girmeli lafa. Ada'ya dönüyorum. "Ada bir şiir var, hepsini okumak zor olacak. Dengemi bozma benim. Git evimden." Bunları söyledikten sonra Ada'ya bakmıyorum hiç. Ona bakarsam bir şeyler söyler. Sonrasında ben söylerim. Sonrasında tekrar o... Vücudumu kanepenin bütün yüzeylerine değecek şekilde yayıyorum. Her yere temas etmeliyim. Ardından gözlerimi kapatıp saymaya başlıyorum. Bir Leyla, iki Leyla,üç Leyla, dört Leyla..................................hiç Leyla...





                   küçük adam

5 Eylül 2018 Çarşamba



   
                                                                         RIZA


Kendisine sorulan soru karşısında ne cevap vereceğini bilemiyordu Rıza. Saatlerce  konuşabilir, saatlerce anlatabilirdi ona. İstanbuldaki yaşantısını, annesinin ölümünü, geçmişte
terk ettiği ailesini, babasını, abisini, dönerci Ali ustayı, orospu Derya’yı, daha iki hafta
önce apartmanda ölü bulunan Palyaço Sait’i, herkesi anlatabilirdi. Bilmiyorum,
demekle yetindi karşısında kestane kahverengisi saçları, sanki hiç makyaj yapmamış
gibi doğal gözükmesine olanak sağlayan no make up makyajı ve içindeki siyah
sütyeninin görünmesine neden olan beyaz bluzuyla oturan kadına. Anlatsaydı belki
de ona, ben buraya intihar etmeye geldim Berna deseydi. On günlük bir tatil: deniz,
kum, güneş üçlüsü... Uyanır uyanmaz başlayan, biradan sonra rakı veya şarapla
devam eden alkol dolu günler. On günün ardından kırk yedi yılın bütün acısını bıçak
darbeleriyle bileklerimden akıtma fikri... O zaman Berna o pahalı marka, yılan derisi
çantasını alır ve masadan kalkardı. Çok meze söylemişti, içilmesi gereken bir büyük
rakı vardı. Gerek yok, diye düşündü. Berna kalsın, zararı yoktu ki karşısında oturan
kadının. On günlüğüne geldiği tatil sitesinde onun kiraladığı evin tam karşısında
kalıyordu Berna. Otuzlu yaşlarının başında, alımlı bir kadındı. Çok soru sormasa
akıllı bile derdi Rıza onun için, onunla yemek yemek istemesine rağmen. Ama çok
soru soran insanların sorunları olduğunu çok öncelerde anlamıştı Rıza. O yüzden
başlamıştı soru sormamaya. Onun gibi düşünen başkaları varsa sorunları olduğunu
anlamasınlar diye. Berna istediği yanıtı alamadığından bir soruyla daha karşılık
vermişti Rıza’nın cevabına:

-Şimdi siz çok içiyorsunuz, ama neden çok içtiğinizi bilmiyorsunuz Rıza Bey öyle mi?
Sizden daha az tecrübeliyim belki yaşım nedeniyle ama çocuk değilim. Zevk için
diyebilirdiniz. Bazı sorunlarım var, kaçış yolu olarak görüyorum diyebilirdiniz. Uyku
problemim var, uyumamı kolaylaştırıyor diyebilirdiniz. Bilmiyorum demek, size bunun nedenini
söylemek istemiyorum demektir. Yanılıyorsam, lütfen söyleyin.

Rıza bıçağının yardımıyla tabağındaki kalamarı iki parçaya böldü. Eline çatalı
almadan rakısından bir yudum aldı. Ardından Berna’ya döndü
.
-Belki haklısınızdır. Belki de değilsinizdir. Olayların kendilerine görünen yüzüne
odaklanmayı çok sever insanlar. Mesela ben bu kalamarı böldüm ama yemedim. Siz
bunun için de bir sebep-sonuç ilişkisi kurmuşsunuzdur çoktan. Ancak bir realite
vardır ki o da şudur, her davranışın, her gerçekliğin bir bilinmezlik payı vardır. Ben belki size  bunları anlatmak istememekten ziyade bunları kendime tekrar duyurmak istemeyecek kadar
yorgunumdur. Ama Berna bence konumuz ben değilim. Senin benim hayatımla ilgili
sorduğun soruların içinde anlatmak istediklerin var. Sen ben de sana soru sorayım diye
soruyorsun aslında. Anlatmak istersen dinlerim ama senin de anlamış olduğun üzere ben
soru sormakla ilgilenmiyorum.

Rıza karşısındaki insana üstünlük kurduğunun farkına varmıştı. Berna’nın
suratındaki değişimi anlamamak için üstün çaba harcamak gerekirdi. Karşısındaki
adama saygı duyduğunu belli etmekten çekinmiyordu artık Berna. Rahatlamıştı. O
Rıza ile ilgilenmiyordu. Bu yemeği teklif etmesi, iki gündür belirli nedenlerle onu
araması, onunla aynı saatler kumsala inmesi... 

-Nasıl anladınız bunu Rıza Bey?

- Ben anlamadım Berna. Sen anlattın. Davranışlarınla, söylediklerinle sen hissettirdin bunları bana. Belki bu oyunu oynamadan anlatmamak için nedenlerin vardı. Bilemeyeceğim ama sorgulamayacağım da emin olabilirsin. Ancak şunu da bilmeni isterim ben kendine bile yararı olmayan bir adamım. Senin için yapabileceklerim seni dinlemekten öteye geçmeyecektir.

Berna gülümsedi. Rıza'ya uzun uzun baktı, iki elini iki yanağıyla birleştirirken, dirseklerini masanın üzerine yaslayarak destek aldı.

-Yalan söylüyorsunuz Rıza Bey. Ya da yanılıyorsunuz. Yalan söylemekle yanlış söylemek, yanılmak arasında fark vardır değil mi? Yoksa yanılıyor muyum? Anlatacağım. Siz de ilgiyle dinleyeceksiniz beni. Başınızdan savmak için değil sorunumu çözmek için yardım edeceksiniz bana.

Rıza sakalını ovuşturup denize doğru çevirdi yüzünü. Ayak diplerinden başlayıp sonsuza doğru giden Akdeniz'e baktı uzunca. Buraya geliş nedenini hatırladı daha sonra, kendi yaşamına son vermek, Akdeniz'in serin sularına akıtmak acıları, tam kırk yedi yıllık acı. Temizleyebilecek miydi acaba Akdeniz, yetebilecek miydi ona? Nasıl yetebilirdi ki?  Dünyanın bütün suları toplanıp gelse de üstüne acı hep bulurdu yolunu, hep kalırdı suyun üstünde. Rıza yüzünü Berna'ya dönmeden konuşmaya başladı.

-Bu öz güven bitirdi tanıdığım herkesi. Bu bilmişlik, bu götleri havada tavırlar. Küçümseyici konuşmalar, cahilliği kabul edemeyişler, yalnızlığı kabul edemeyişler, ölümden korkmalar... Şimdi bu masada kalmaya devam etmen için tek cümlelik hakkın var. Kusuruma bakma kaba bir adam değilim. Ama masada rakı varken kalkmam doğru  olmaz. Tatilimin bitmesine dört günüm var. İyi değerlendirmeye çalışıyorum. Şimdi seni dinliyorum Berna.

Berna arkasına yaslandı. Nefes alışverişi hızlanmıştı. Günlerce, aylarca, hatta yıllarca bir anın peşinden, tek bir dakikanın, tek bir konuşmanın peşinden koşmuş budalalara benzetmişti Rıza onun bu halini. Şimdi sigara yakacak diye düşündü Rıza içinden. Berna sigarasını almak için hareketlendiğinde Rıza ondan bir adım önde olduğunu  belli edercesine çakmağı yakıp Berna'ya uzattı. İlk içe çekiş, gökyüzüne karışan dumanlar, Rıza'nın uzunca sakallarının yüzüne verdiği tokluğu düşündü bir süre Berna.

-Sait'in kardeşiyim ben. Palyaço Sait'in kardeşiyim. Seni tanıyorum Rıza abi. Ne için burada olduğunu da biliyorum.

Rıza Berna'ya baktı. Gururu incinse de, canı yansa da, gözünde biriken yaşları akıtmayan insanlar vardır. Bazı insanlar ağlamazlar, bazı insanlarsa sadece ağlatırlar. Rıza herhangi bir şekilde bir kalıba sokulamayacak kadar çok acı çekmişti zamanla. Gözünden dökülen yaşları fark ettiğinde geç olduğunu da anladı Rıza. Çok geçti ağlamamak için, ağlatmamak için çok geçti. Kaçmaktan başka çözüm yolu kalmaz bazı zamanlar. Rakı bardağını alıp, Berna'ya, Yarın sitede görüşürüz, dedi ve masadan kalktı.





 küçük adam 


3 Eylül 2018 Pazartesi


   SESSİZ DİRENİŞ


Susmayı öğreniyorum usul usul bu zamanlar
Sessizliğimle konuşsun istiyorum insanlar
Bir kız çocuğunun lüle lüle örülmüş saçları gizliyor durgunluğumu
Elif Zeyno’nun örgülü saçlarıdır bu
Ölümü yaklaşmış yaşlıca bir adamın, torunlarının gözlerindeki umudu, öz umutsuzluğuyla hüzünlemesi kadar acınası kalmış ruhum 
Benim canım ruhum her ses çıkarışında incinmiş bugüne kadar
Bundan nedenli ne kadar duyarsam, işte o kadar sessizleşeceğim
Gitmekten ziyade özellikle kalmak için bir yerlerde
Süregelsin diye adı hayat konmuş bu oyun
Bir yara daha açılırsa 
Bir his bir hissi bıçaklarsa diye en kanlı yerinden üstelik
Susmak gereklilik halini alır 
Ömrün en konuşulması gereken yerinde
Öylece duracak bakın bu gemi
Öylece demir atmadan en bilindik sahillere


        küçük adam

27 Ağustos 2018 Pazartesi




Üstümüze doğacak güneş temizleyecek mi geceden kalanları
Ayın kirlettiği ruhum paklanacak mı sabaha gökyüzünün maviliğiyle
Belki de kırmızıdandır olup bitenler
Sabaha kusacağım kandır belki de nefretim
Bak sevgilim bir goncanın gururlu duruşu gölgeliyor üzerimizden geçen martıları
Yalandan ya bu karanlık
Bak zebanilerin ağzında aşkımız
Sahi sevgilim
Bizim bu aşkımız
Kimilerinin ağzında kalmış
Kimilerine şiir olmuş belediye parklarında
Belediye parkları dediysem çöplerin arasında yani
Boş bira şişelerinin, çekirdek kabuklarının, çocuk gülüşlerinin yarım kaldığı salıncakların ortasında yani
Bir itin, ragnarın yani, koşuşturmasında
Bir caminin, madagaskarın yani, ezanında
Bir abdalın, frambuazlı pasta ısmarladığım abdalın yani, sazında kalmış aşkımız
Kalan aşkımız
Üçüncü dünya savaşının umarsız yanılgılarında
Mussolini'den olma Hitler'den doğma bir çocuğun attığı atom bombasıyla sona erdiğinde
Ben evimin terasında ilk goncanın açtığı kuşluk vakti öldüm
Rahmet eylesin ruhuma




    küçük adam

31 Temmuz 2018 Salı




yaşamak lazım önce,
bu yüzdendir ki bütün önerilerinizi atalım bir kenara
bardağıma dolan şarap konuşsun biraz
ve haykırsın
önce yaşamak lazım
sonrasında susmak
sonrasında ölmek
ölmek bir nevi kaçmaktır
bütün acılardan
bütün yalnızlıklardan
ölüm
beraberinde getirir kurtuluşu
ve ben yaşamak istemezken aslında, ölümsüzlüğü aradığımdan sadece, hala dolaşıyorum bu can bu canda
yoksa bizatihi kaldırabilir ve yaşardım ölümü
çünkü gün içinde
yani güneşi görüp görmemek arasında
suyu içip içmemek arasında
sevip sevmemek arasında yani
bir canla bir şarap şişesi kadar fark var
allahla kul arasındaki fark kadar
bir cami ile bir ziyarranın arasındaki fark kadar


 küçük adam

24 Temmuz 2018 Salı



          BENİM ADIM PAVLOV

Benim adım Pavlov ve yazdıklarımı okuduktan sonra anlayacağınız üzere ben bir deli değilim. Doğdum, hiç büyüyemedim yada çok erken büyüdüm tam emin değilim, öleceğim. Hayatımın erken yıllarında tanıştım nefretle. Hayatımın erken yıllarında gördüm ölümü, o zamanlar başladım öldürmeye. Sanılanın aksine çok insan tanıdım ben eline bir damla kan bulaştırmadan katliamlar yapan. Onlardan öğrendim can yakmayı, onlardan öğrendim canımdan geçmeyi. Nasıl hissizleştiysem zamanla kendi ellerimle gömdüm ruhumu toprağa. Üstünü sulamadım mezarımın, tek bir çiçek bile ekmedim. Ben Pavlov, öldürmeyi kendime görev bildim. İlk önce tanrıdan nefret ettim, daha sonra köpeklerden, daha sonra o adamdan, en sonunda da bütün insanlardan nefret ettim. Benim adım Pavlov, ben bir tek annemi sevdim. İnsanlar sevecek o kadar şey bulurken yaşam kavgasının arasında, ben kendimi sadece anneme yakın hissettim. Belki gözlerimi ilk açtığımda bağlı olduğum vucüda bir teşekkürdü bu belki de güzel gözleri vardı annemin bilemiyorum. Hatırlamıyorum. Sayamadığım kadar çok zaman geçti annemin ölümünün üzerinden. Ciddi bir ölümden bahsediyorum. İnsanların simsiyah elbiseler, simsiyah gömlekler giydiği, kadınların ağladığı, erkeklerin bir çadırın içinde beyaz plastik sandalyelerin üzerine oturup anlamsız muhabbetler yaptığı bir ölümdü bu. O adam beni yanına çağırıp anlatmıştı olanları. Kelime kelime unuttum ben dediklerini. Kelime kelime unutarak hissizleşiyor insan...  Tanrıdan ilk o zamanlar nefret etmeye başlamıştım. İstediğini alabilirdi yanına. İstediği kadar şiddet, kan ve cansız beden onun olabilirdi. Ben tek bir bedenle yetinebilirdim ömrüm boyunca. Güven duyduğum, sarıldığım tek bedeni toprağa koyarken tanımadığım insanlar, ağzımdan ilk küfür yayıldı evrenin sessizliğine. Sonra da devamı geldi işte. Küfürler eylemlere dönüştü. Eylemler başka insanlar için acılara... Onların acıları da bana zevk olarak geri döndü. Zevk... Hissetmeyen bir adam ne kadar zevk alabilirse o kadar zevk aldım işte. Ben Pavlov, ben bir deli değilim. Bir bakireyim evet, bir katilim ben. Ama bir deli değilim. İnsanları farklı farklı ayrıştırabilirsiniz aslında. Ancak ben ikiye ayırıyorum onları. Yaşamaya çalışanlar ve ölümü bekleyenler... Kendi ölümümü bekliyorum ben. Bu süreç içinde de ayırt etmeden öldürmeye çalışıyorum. Hem ölümü bekleyenleri, hem yaşamaya çalışanları... Yapım gereği eşit davranmalıyım herkese. Çünkü dünya ve yaşam bir denge, bir eşitlik üzerine kurulu bana göre. Örneğin birileri aç kalırken, fakirlik dört yanını sarmışken insanların, bazı yerlerde zenginlik sınır tanımadan büyür. Kurallar vardır dünyada. Bir de bu kuralları anlayamayan uyumsuzlar. Dünya uyumsuzları yutmak için bekler gözünü kırpmadan. Bütün uyumsuzlar da yutulmak ister zaten. Benim adım Pavlov. Kabul ediyorum, ben bir uyumsuzum. Ancak bütün şeytanlarını üzerime salsa da tanrı, ben hep kaçacağım onun ateşinden. Çünkü en iyi benim gibi adamlar bilir kaçmayı. Yakalamayı bilenler kaçmayı da iyi bilir çünkü. Şimdi bu çatı katının küçük terasından, hiçbir şey düşünmeden üstelik, sadece denizi ve gökyüzünü izleyerek delirmemeye çalışıyorum. Ve bunun için yazmaya karar verdim başımdan geçenleri. Öldürdüğüm herkesi, bütün ölümlerimi anlatacağım teker teker.




                                       küçük adam

28 Haziran 2018 Perşembe


BİR ATIN ÜZERİNDE İÇİLDİ BAK AZ ŞEKERLİ TÜRK KAHVESİ


Uykuya dalmadan satır aralarına serpiştireceğim içimdeki ihtilalleri
Kadınların kıvrak figürlerine, erkeklerin kadeh tokuşturmalarına ve insanların faşizan mutluluklarına devrim yapacağım ey ahali
Bir kandırılmışlığın, bir sarhoşluğun üzerine binip dıgıdık dıgıdık gitmesi midir rasyonalizm?
Demode lakırtılar bunlar diyor Muhsin Ünlü
Ve herkes tarafından bilinmelidir
Demode lakırtılar bunlar
Demode irrasyonalizm
Demode antikapitalizm
Demodedir kusmak
Ve sansasyonel ayrılıklar demode
Mesela sevmek bir kişiyi
Bir caminin müezzinini en mühim namazın ortasında sevmek
Bir ölüye rahmet okumak
Bir ölünün cenaze namazında tam fatihaya başlanacakken üstelik orta parmağı secdeye buyurmak mesela
Tam da bana, rahmetli dedeme bir de abimin köpeği Pablo'ya yakışır
Ancak komşularımızın uykusunun her gece kaçık olmasının Allah'la ve aşkla ve itlerle ve futbolla ilgisi yok sevgilim
Halk arasında boşboğazlık deniyor buna
Halk, arasında konuşurken ince satırların kalın kalın puntolarla yazılmış aralarını
Biz ülkenin halinden, senin benim üzerime bıraktığın dertlerden ve bir militaristin cahilliğinden bahsettik
Bana göredir ki bütün militaristler cahil
Bir silahı yakaladım kabzasından
Nişanımı aldım aynı anda
Ateş etmedim
Çünkü ne cahildir bir şair
Ne de herhangi bir aşkın katilidir bir cahil
Bir cahili boş ver sevgilim
Gözlerini sakla kadehlere
Ve en güzel ölümleri buyur kendi biçtiğin ölümlere




                 
                                  küçük adam

20 Haziran 2018 Çarşamba



                            KENDİ KARANLIĞINDAN KORKAN ZENCİNİN HİKAYESİ
                                                                            1

                                                                   
Geceden aklımda yoktu ancak sabahına yine dedemi düşünerek açtım gözlerimi. Uyumadan önce olanları hatırlamaya çalıştım daha sonra. Damağımda kalan şarabın tadını hissettim. Boğazımın kuruluğunu, susuzluğumu ve dünyanın benim etrafımda dönmediğini düşündüm yataktan çıkmadan. Dünya elbette benim etrafımda dönmeli. Aksini iddia edenin sözleri bir yalana ortak olmuş demektir. Aksini iddia eden gözümde cahildir. Uyumadan önce, zar zor vücudumun yarısına kadar çekebildiğim ince çarşafı üzerimden atıp doğruldum. Yatağın benden zıt tarafında kapağı açık  şekilde duran sigara paketinden bir sigara alıp ağzıma götürdüm. Bunun gibi sabahlarda çakmak ya bulunmaz ya da büyük bir uğraş sonucu bulunur. Neyse ki Burhan benim en yakın arkadaşım ve Burhan'ın bir pansiyonu var. Pansiyonların odalarında ateş yakıp sigara içmek yasaktır ancak çekmecelerinde her zaman kibrit bulunur. İnsanlar iyi olmak için çabalarken hep kötü davranışlara yönelirler. Bunun gibi bir sürü tezat, içinde gülünç mutsuzluklar barındırır aslında. Çekmecenin içinden kibriti alıp sigaramı yaktım. İkinci şarap şişesinin sonuna yaklaşırken kusmuştum galiba. Daha sonra Burhan beni bu odaya taşımıştı. Daha sonra çıkmıştı Burhan odadan. Daha sonra bir rüya... Saat kaç acaba? Sigaramı komodinin üzerine bırakıp yataktan kalktım. Doğruca perdeyi çekip pencereyi açtım. Aydınlık gözlerimi kamaştırdı aynı anda. Telefonum neredeydi? Pantolonumun cebi? Doğru tahmin... Pantolonumun arka cebinden telefonumu alıp yatağa attım tekrar kendimi. Az önce komodinin üstüne bıraktığım sigarayı alıp külünü yere döktüm. Ardından bir kaç duman alıp sigarayı pencereden aşağı fırlattım. Cevapsız çağrılar, gereksiz kısa mesajlar... "Uyanınca aşağıya gel de kahvaltı edelim." diye yazmış Burhan. Üç saat geçmiş üstünden. Bu teklifi öğle yemeğine çevirmemiz gerekecek ama olsun. Zaten kahvaltılardan hoşlanmam. Bunu en iyi Burhan bilir. Beraber okuduk üniversiteyi. Aynı evde koca altı yıl. Sonra o okulu bitiremeyeceğini anladı; ben de okulu bitirmek istemediğimi. Çok kavga etti o sıralar babasıyla. Yanımda ağladı bu yüzden, yanımda sövdü babasına. Emekli askerdi Burhan'ın babası. Hayatı boyunca taviz vermediği doğruları vardı. "Disiplin, hırs ve çalışmak. Ama çok çalışmak çocuklar çok..." Böyle derdi Mümtaz Amca. Hiç unutmam Burhanların yazlık evinde geçirdiğimiz o yaz aylarını. Biz iki üniversiteli genç bikinili kadınların, alkolün, sigaranın peşinden koşmayı değil adeta uçmayı hayal ederken Mümtaz Amca sabah altıda "koğuş kalk" diye girerdi odadan içeri. Önce sahilde yürünürdü. Belirli aralıklarla atılan deparlar, siyasi sohbetler, gençlik yılları anıları... Susmazdı Mümtaz Amca. Denize girilir, eve gelinir, duştan önce ön ve arka balkonlar yıkanır ardından da bahçenin günlük bakımı yapılırdı her gün. Tuvalete gidip elimi yüzümü yıkadım. Ardından yerde duran pantolonumu giydim. Aşağıya inmeye hazırdım artık. Odanın kapısını yavaşça kapatıp hızlı adımlarla indim merdivenlerden. Pansiyonun girişi boştu. Bekleme salonunda oturan bir adam gazetesini okuyordu tek başına. Bu güzel havada bahçeye çıkmak varken neden burada olduğunu anlamaya çalışmaktan alıkoydum kendimi hemen. Yukarı kata çıkan merdivenler pansiyonun girişine bakıyordu direk. Girişin sağ tarafındaki oda bekleme odasıydı. Bahçeye inmek içinse bir kat aşağıya inmek gerekiyordu. Pansiyonun mutfağı ve yemek salonu da bahçeyle beraber aşağı katta idi. Aşağıya inip önce mutfağa uğradım. Mutfak boştu. Ayşe abla belki de yukarı katların birinde temizlik yapıyordu. Çayımı kendim alıp bahçeye doğru yürüdüm. Bahçede de kimse yoktu. Burhan alışverişe gitmişti herhalde. Bahçe kapısına en yakın olan masaya oturup çayımdan bir yudum aldım. Belki mutfağa geçmiştir diye Ayşe ablaya seslendim bir iki kere ama cevap veren olmadı. Acıkmıştım. Mutfağa geçip bir şeyler hazırlamayı düşündüm kendime. Sonra da üşenip vazgeçtim hemen. Biraz daha dayanırsam yorulmadan yemek yiyebilirdim. Buna değerdi. Ben bu düşüncelerin arasında kalmışken, dinlenme odasında gördüğüm adam çıktı bahçeye elinde gazetesiyle beraber. Kırklı yaşlarındaydı, belki de otuzların sonu bilemiyorum. Düzgün giyimli,esmer,sıska bir tipi vardı. Bakışlarımdan rahatsızlık duydu ki sağ tarafımda bulunan masaya sırtını bana verecek şekilde oturup gazetesini okumaya başladı. Aldırış etmeden telefonumu çıkarıp Burhan'ı aradım. Açmadı. Bir sigara çıkartıp yaktım. "Fazla sigaranız var mı acaba?" Elindeki gazeteyi bırakmadan sormuştu bu soruyu, arkasına dönmeye bile tenezzül etmemişti. Aynı kaba tavırla cevap verdim. "Hayır, yok." "Mümtaz Demir'i tanır mıydınız?" "Tanırdım. Siz kimsiniz?" Gazetesini katlayıp doğruldu. Sandalyeden kalkıp arkasını döndü. "Burhan bey odasında dinleniyormuş galiba. Selamımı söyleyin lütfen." Herhangi bir şey söylememe fırsat vermeden bahçe kapısından içeri geçip uzaklaştı.Sigaramı yere atıp arkasından çıktım. Pansiyonun bulunduğu sokağın kalabalığında kayboldu. Tuhaf bir şeyler oluyordu. Tekrar pansiyona girip merdivenlerden yukarı çıktım. Burhan pansiyonun dördüncü katındaki en büyük odada kalıyordu. Kapıyı çaldım. Bir daha çaldım. Bir daha çaldım. İçeriden ses gelmiyordu. Terlemeye başlamıştım. Kötü bir şeyler olmuş olabilirdi. Aklıma Mümtaz Amca'nın askeri bağlantıları geliyordu. İçtiği zamanlar anlattığı kontrgerilla hikayeleri, askeriye içindeki yapılaşmalar, terör baskınları... Gülüp geçerdik Burhan'la bunlara. Biraz geriye çekilip bütün gücümle kapıya yüklendim. Kırılan kapının üzerine düşmüştüm. Önce her solukta biraz daha keskinleşen kan kokusunu çektim içime. Sonra da doğrulur doğrulmaz gördüğüm cesedin en yakın arkadaşıma ait olduğunu fark ettim. Canice katledilmişti Burhan. Elleri ve ayakları bağlı, ağzında bir bant, boğazında derincesine bir kesik, üstünde kan, üstünde çok kan...







Küçük adam









13 Haziran 2018 Çarşamba



Elif Zeyno'ya,denize ve kadıköy sokaklarına

denizin üstünde durdum bütün karanlığıma rağmen
umut gölgeliyor bütün beyaz ölümleri
bir hiçlik yayılıyor bak
ve şarkılar söylüyor kuşlar
aynı anda vapurlar yanaşıyor bedenlerimize
bedenlerimiz sıcak ve üryan
bu sıcak dayanılacak gibi değil
ama dayanılacak
bu üryanlık kabul edilemez
ancak kabul olunacak
bak sirenlerin arasına karışıyor ağlamalarımız
araya giriyor kanın kokusu
ve duruyor gözyaşlarımız
gözyaşlarımız ne zamandır özgürdür bu kadar,

ne zamandır bırakılmış tutsaklıklar?
bütün tutsaklıklar yaratana ait en başta
ve bizatihi bana



      küçük adam

30 Mayıs 2018 Çarşamba




Bütün kötü palyaçoların anısına...
  ve Elif Zeyno'ya..



 Soğuğun verdiği acı dayanılacak gibi değil. Kaybedilmeye serdiğim hissiyatlarım bazenleri hortluyor, bazenleri ise bu mücadelenin kıyısından geçmeye bile cüret edemiyor. Bu anlamda bir saygısızlık betimlemesi yoktur. Yürekten bahsediyorum tamamı ile, korkusuz olmaktan. Toprağın kokusunu bastırıyor bazenleri sigara dumanı. Bazı anlarda ise ıslanmış toprağın kokusu ve toprağın içindeki ölülerin sessiz çığlıkları sürtünüyor burnuma. Bunu bilmek çıldırtıyor ruhumu. Çıldıran sadece ruhum değil. Gözlerimden akan yaş isyan ediyor, ellerimden akan kan isyan ediyor. Fısıltıların arasına karışıyor şenlik haberleri ve şehrin dört bir yanını sarmış çoktan ağıtlar. Ne yazık ki ötelenmiyor acılar. Hayatın gerekliliği esiyor tenimde. Ayak uçlarımdan başlıyor ve şuraya kadar geliyor. Saçlarıma kadar geliyor. Mesleğim gereği unutmaya söz verdiğim hislerin yansımaları mezar taşlarına kazınıyor. Birileri geldi ve birileri gömüldü. En başından beri böyle değil miydi? Bir ölüm bedeldir bütün acılara. Bütün acı sanrılarına bedeldir bir ölüm ve bütün ölümler önemlidir biz ölümlüler için. Hıçkıra hıçkıra ağlasam duyar mısınız çocuklar? Belki o zaman gülersiniz bana. Bir doğum günü partisi yerine bu dingin mezarlıkta başlasaydım belki de... Sana geliyorum anne.



küçük adam

24 Mayıs 2018 Perşembe

YARASANIN KULUÇKASI

Çatırdamaya başlayan bu testide
Yıllanmaya razı çok üzüm vardır.
Eski ve daha eskilerin saygısına secde eden
Buna rağmen boynunda taşıdığı baltasıyla
Nice zamandır parçalamaya arzulu
Putları ve putpersetleri
Akınlar halinde çıkan tapınaklardan
Silik bir hüznüm vardır.
Size bundan hiç bahsetmedim.

Kopması kuvvetle muhtemel
İnce ve ağrılı boynumdan bağımsız
Kartopu kadar kafamı
İnkar edilemez bir öfke ile
Salıncaklarda yelliyorum.
Böylece gitmem ileriye ve geri
Akıl almaz bir intihardır.
Kendimi bedenimden koparışlarım,
Başka bir tinde hayatı solumamdan.
Oysa bir tarafta hep,
Olduğun yerde ölmek saklı.

Sayıca çok talihsizlikten sonra talih
Eskimiş bir adet gibi olağan
Tembihlerin ardı arkası ve öncesi
Bu bütünlüğün adı hayat.
Yine de iki teknenin burun buruna çarpışmasına
Hayatın azizliği deyişimiz
Onarılmaz bir yalandır.

Ah şimdi o serilmişliğim
Dövülen etler gibi çökmüşlüğüm...
Bütün bunların peşinde şüphesiz
Sabaha karşı inancım,
Yeni bir tükenmez kalem alışımın
Bahsetme gayretine alışıklığındadır.
Bir yerden sonra bahsetmek,
Söz konusu edilen her şeyi,
Al aşağı çekmekte.
Düşüyorum,
Kaçınılmaz sonlara hazırım,
Yine de hayat,
Umulmayanın tetikçisi.

Mehmet Zorlu             

21 Mayıs 2018 Pazartesi





         Elif Zeyno'ya şiir...



Güneş denizin sonundan batıyor
Deniz buradan mavi
Deniz her yerden sonsuz
Sonsuzun yarısı açık yarısı koyu mavi
Açık mavi olan taraf sonsuz görünmüyor
Hayat insana emin olduğu kavramları da sorgulatıyor
Sonsuzun yarısı da sonsuz olmalı
Sonsuzluklar çoğalıyor yanı başımızda
Ağaçlar yeşil ve kahverengi
Ağaçlar sıkılgan bir tavırla sallanıyor, sebebi rüzgar
Sonbaharda olsak ağaçlar da açık mavi olacaktı
Ağaçlar değişken
Dünyayı şuradaki karıncalar kurtaracak
Karıncalar öldürülüyor
Dünya kurtulamayacak




 küçük adam

16 Mayıs 2018 Çarşamba




       

 Elif Zeyno'ya...



Bu ben kime aittir? Bana değil ondan eminim. Ters düz oldu doğrularım. Çok yoruldum anne. Yoruldukça yanlış yaptım, yanlış yaptıkça daha da yoruldum. Kendimi anlatamazdım ama anlardım. Şimdilerde yaz yağmurlarında ıslanıyorum, sevmediğim bir yemeğin ilk lokması geçiyor boğazımdan, kızıyorum, kızdırıyorum kendime. Çok buruldum ben anne. Kendimi anladığım da artık koca bir yalan. Sabah olur diye uyuyorum geceleri, gece olsun diye yaşıyorum gündüzleri. Bir beklentiden muaf, bir zaruriyete tutsak kalmış ruhum. Sahi benim ruhum, benim canım ruhum kanıyor biliyor musun? Kan durmuyor anne. Kan akıyor, kan kusuluyor. Yara bantları nerede satılır? Yaralar yara bantlarından razı mıdır? Ben razı değilim kimseden böyle bilinsin. Goncalar açtığında geleceğim demiştim. Sıkı sıkı tutunup bu tezada, yaşamayı bıraktığım doğru değildir. Doğru olan şudur ki; goncalar mutlaka bir gün açacak sadece ben gelmeyeceğim. Dolu dolu yaşayamamak değil kaygım. Dolu dolu yaşarım ben. Dolu dolu ölür insan. İnsanlar neden ölür? Bir yerlerde yanlış yapan ölür anne. Can yakan ölür, canı yanan ölür. Bazen ne can yakan ne canı yanan vardır. Emin konuşuyorum bir gün onlar da  ölecek. Baki olana direnilmez. Baki olmayana da direnilmez. Direnişlerimden öğrendiğim bir şey varsa o da şudur: acı uzar, direniş bir boka yaramaz. "Umut kötülüklerin en fenasıdır, çünkü işkenceyi uzatır." Bunu ben demiyorum. Bu sözün sevgili sahibini de o güzel bıyıklarından öpüyorum. 


                                             
küçük adam

4 Mayıs 2018 Cuma






Derdest edilmiş hissiyatların gömüldüğü kuşluk vakitleri, insanın kendisiyle çelişmesi zorunlu tutulmuş zamanlardır.
İnsan çelişkilerinin arasında, düz ve ince bir ipte yürümeye çalışırken düşer.
İnsan düştüğü zaman acı çeker.
Acı geçer.
Bazı yaralar geçmez.
Bazı yaralar soyulması muhtemel kabuklar bağlar.
Bazı yaralarsa kabuk bağlamaz.
Kan tutar ve kan kurur.
Siz hiç kanınızı içtiniz mi?
Kan içilmez.
Düşmeyen insan yoktur.
Allah düşeni görür ve yardım eder.
Bazı insanlar yardımı kabul etmez.
Yardım sadece acize edilmez.
Yardım eden bazen acımaz.
Bazı yardımlar karşılıklı olur.
Bazı yardımlar yardımcı olmaz.
İnsanlar genelde ağlar.
Ağlamak ayıptır.
Bazı zamanlar gülünür.
Gülmek içinde tezat barındırır.
Gülmek de ayıptır.
Ömür gelip geçicidir.
Sonunda ölünür,başında doğulur.
Ömrün arasında bir yerlerde sevilir.
Sevmek herkese yakışmaz.
Sevmek de ayıptır.
Ayıp nedir?
Su berraktır.
Berrak renksiz.
Suyun beyaz olduğunu söyleyenler aptaldır.
Aptal çoktur.
Çok olmak içinde aptallık barındırır.
Azınlıklar haksızlığa uğrar.
Hak kişiye tanınan sözde özgürlüklerdir.
Sözde özgürlükler, anayasayla güvence altına alınmış yalanlardır.
Yalan söylemek insanı yalancı yapmaz ancak dürüst olmasını engeller.
Yalan söylemek de ayıptır.




küçük adam

3 Mayıs 2018 Perşembe

BENİM ÖTEKİ ÖLÜMLERİM

Neden böyle? Sebepsiz yere ya da ben öyle olsun istiyorum diye mi? Yoksa başımın etrafında dönmekte olan bu dünya için çok mu küçük kalbim benim. Neden böyle?
Üstümde bir anda gelen, bazen tortuların bir araya gelmesi gibi yıllar içinde gelişen bir hüzün var. Okuyayım desem tek satır girmiyor irislerimden içeri. Dinleyeyim desem, kim ne dese saçmalığın daniskası. Ağlamak istiyorum, herkes gibi ağlamak. İlk önce kursağımın iki dudağı birbirine yaklaşsın, yanaklarıma doğru hareket eden adını bilmediğim enerjiler hücum etsin istiyorum. Göz yaşlarım beni hep, sonu gelmekte olan bir ayini yarıda bırakan bir tarikat lideri gibi açıkta koyuyor. Ağlamak istiyorum çünkü bu, içimde bir türlü dönmeyen çarkların, sonsuz bir endişesizliğe göç etmesi olacaktır. Uzun cümleler kurmamak, sokağa çıkmamak, belki donmak istiyorum. Medusa’nın gözlerine bakan günahkarlar, belki de yaşamaya dair bütün arzularını bir uçurumdan fırlatanlardır. Yaşama karışıyor olma çabası, şimdi benim için Kaf Dağı’nın ardındaki bahçelerden, döküntüler toplamaktır. Şu an tam burada neden ağlayamadığımı muhakeme etmek ve bu satırları yazmak kendim için yapabileceğim en asil cenaze törenidir. Fakat ben bir tarafımla ağlamak, diğer tarafımla ölümün koynunda uyuyup her gece, zamana fırlamak istiyorum. Korkuyorum, bu korkunun üstüne uzandığı minderler ise ilk defa kendi koynumda filizlenen pamuklarla bezeli. İnsanın kendinden korkuyor olması pek garip şeymiş. Bu her zaman beklenen bir ölümün gelmeyeceği hissiyle kalıplaşmış gelme serüvenidir. Şimdi herkesin bağdaş kurduğu bu sofrada, ayakta kalmanın hiçbir işe yaramayacağının yorgun farkındalığını öpüyorum. Ama ölmek istemiyorum, ağlamak istiyorum. Fanusları ve barajları sırasıyla dolduracak kadar ağlamak, sonra sonsuz olmayan hayatın sonsuzluk hissi içinde aniden çıkan bir rüzgarda yerlere yığılan yapraklar gibi sonuçlu olmak istiyorum. Bunu kimseye böylesine anlatamazdım. Buraya yazıyor olmak da içimde bildiğimi görme arzumdan başka bir şey olmasa gerek. Sabah yine uyanacak, doğan güneşi kovalayacağım. Şimdi bütün uykularım garba göç eden bir Mısırlı’nın sonsuzluğa inançsızlığıdır.
Mehmet Zorlu